Ana içeriğe atla

Her yazar bir Kolomb’dur


Kasabadaki yalnızlığını harflerle azaltan çocuk, her yazdığıyla “Hindistan’a gidiyorum” derken Amerika’yı bulur. Edebiyatta, duyarlılığı ve diliyle yeni bir soluk olur. Adı, Hasan Ali Toptaş’tır.




“Ben ninemi yalnızlık sanmıştım bir keresinde. / O yıllarda söylenceler eşkıya türküleriyle başlardı. / Ninemin sesinden keklik ötüşleriyle çınlayan / Keklik kokulu ormanlar geçmezdi hiç...”

Bu nedenle ki Hasan Ali Toptaş, “keklik kokulu ormanlar”ın peşine düştü, daha çocukken. Gördü. Denizli’nin Çal ilçesinin Baklan kasabasındandı. İlkokul ikiye gidiyordu:
“O kasabada herkes benim kadar yalnız mıydı, bilemiyorum ama beni asıl yalnızlık duygusuna iten, yalnızlığın da beni harfler dünyasına itmesine yol açan, çok özel bir sorunum vardı. Başımın arkasında bir yara çıktı. Orası öyle, tıpkı cep aynası gibi ışıldayıp duruyordu. Bir gün, hangi şom ağızlı, imgelemi geniş çocuğun aklına geldi bilmiyorum ama ‘Aha! Aynalı geliyor’ deyiverdi bana. O çocuğu bütün yeryüzü duydu. Kasabadaki diğer çocuklar da bana ‘aynalı’ demeye başladı. Yetişkinler adımı unuttu. ‘Aynalı geliyor, aynalı gidiyor’ demeye başladı. Hatta keçiler, koyunlar ‘aynalı’ diye meledi, ağaçlar ‘aynalı’ diye hışırdadı, bütün dünya üzerime kapandı. İnsanlardan da, kasabadan da, bu gezegenden de nefret ettim; kaçacak yer aradım.”
Tam da o sırada gidecek bir yer bulur. Posta memuru Halil Ahmet Amca, 1964’te emekli olmuş, kasabaya dönmüş ve “tuhaf bir iş yapmaya” başlamıştır. Şehirden getirdiği hikaye kitaplarını satmaktadır. “Sanki postacılığını sürdürüyor”dur.
Toptaş’ın aldığı ilk kitap, “Konuşan Katır”dır. Kitabın kahramanı, kötü kalpli büyücünün katıra dönüştürdüğü Hasan’dır ve yeniden insan olmaya çalışmaktadır. Yalnızlıktan kurtulmaya çalışan Hasan (Ali Toptaş) da büyülenir; kasabadan, bu harflerden oluşan dünyaya kaçar. Hatta 12-13 yaşlarındayken bir romana bile başlar. Şimdi düşünüyor; “O romanı bitirseydim, artık yazmaz mıydım? Ya da hala o romanı mı tamamlamaya çalışıyorum?” diye. Yanıtını, yıllar sonra yazdığı “Yalnızlıklar”da verecektir:
“...ve benim gözlerim gördüklerimden yaratılmıştı / o yıllarda / ellerim dokunduklarımdan. / Dilimi sormayın, konuşamadıklarımdandı / ve kanlı bir kitap gibi yatıyordu ağzımda.”

Kitapları, sekiz yıl sonra raflarda

Harfler, Hasan Ali Toptaş’ı, ekmeğini kazandığı işin sevimsizliğinden de kurtarır. Dokuz yılı haciz memurluğu olmak üzere 25 yıllık memuriyetinde hep yazar: “Borcuna karşılık, evine eşyalarını almaya gittiğiniz kadının, biraz sonra başlayacak çizgi filmi bekleyen çocuğun bakışları altında televizyonu, buzdolabını alıyorsunuz; sonra roman yazıyorsunuz. Eve gelince dört saat uyurdum. Saat 22.00 - 23.00 gibi uyanıp yazar, sabah romanın başından kalkıp işe giderdim.”
Ama memurken gördüğü hayatları yazmaz hiç. Çünkü “Yazmak, yeniden yaşatmaktır”; Toptaş, hatırlamak istemez.
Romanları, öyküleriyle ödüller alır ama onları kitapçı raflarında görmek için yılların geçmesi gerekmektedir: “Bir Gülüşün Kimliği”ni 1987’de, maaşından beş taksitte ödeyerek bastırdığında “yeryüzünde mutlaka kayda değer bir değişiklik olacağını” düşünür. Tek olan, bin kitaptan yayınevinin kendisine verdiği 700’üyle eve gitmektir. Okurla buluşmak için, aralarında Cemil Kavukçu’nun da olduğu arkadaşlarıyla para toplayarak Ankara’da “Yazıt” öykü dergisini çıkarır. Kitaplarını da para topladıkça yayınlarlar. “Yoklar Fısıltısı”, 1990’da böyle çıkar. Tüm bunlara karşın küser, Hasan Ali Toptaş:
“Dedim ki; ‘İki kitap çıkardım, ikisinin de maliyetini ben karşıladım. Bunlar iyi olsaydı, mutlaka birilerinin dikkatini çekerdi. Üçüncüyü de taksit taksit ödeyerek basmanın ne anlamı var! ‘Bıraktım’ dediğim gün kendimi çok kötü hissettim. Elime hakim olamadım. Küçük küçük notlarla ‘Yalnızlıklar’ı yazmaya başladım.”





Cumhuriyet’in İsveç muhabiri Gürhan Uçkan’ın isteği üzerine, yayınlanacağını bile düşünmediği bu notları ona gönderir. Uçkan yazın Ankara’ya geldiğinde elinde İsveç Kültür Konseyi’nin bastırdığı “Yalnızlıklar” vardır. Toptaş yazmaya yeniden bağlanır. Daha önce bitirdiği öykü dosyası “Ölü Zaman Gezginleri”, Çankaya Belediyesi ile Damar Edebiyat Dergisi’nin düzenlediği yarışmada birinci olur. Ancak belediyenin bastığı kitap, okura ulaşamaz. Diğer hazır dosyası “Sonsuzluğa Nokta”, Kültür Bakanlığı; ardından bitirdiği “Gölgesizler” 1994 Yunus Nadi yarışmalarından roman ödülleri alır. Yayınevleri yazdıklarıyla ilgilenmez ama Simavi Yayınları’nın editörü Ataol Behramoğlu “Gölgesizler”i basmak ister. Toptaş o kadar sevinir ki o an, “Pat diye düşüp ölebilirdim heyecandan” diye hisseder. Ama aksilikler sürmektedir:
“Onca yıllık Hürriyet gazetesi el değiştirdi, kitap yayını durdu.”

Bu kez Can Yayınları’ndan olumlu yanıt gelir; şanssızlıklar da onunla birlikte:
“Can Yayınları aklımızda hep beyaz kapağı, kare içinde kapak resmi ve lacivert yazılarla vardır ya; ‘Gölgesizler’ basılacağı sırada, onca yıllık Can Yayınları politikasını değiştirdi. Kapağa resmin tamamı girilerek basıldı. Arkadaşlarım soruyor; ‘Çıktı mı kitabın? Bulamıyoruz’ diye. Çünkü zihinlerde o kapak var. Neyse ki “Kayıp Hayaller Kitabı” 1996’da, yayınevi eski kapak stiline döndüğünde basıldı.”

Ey okur, orada mısın?

Toptaş’ın edebiyatı, sözcüklerin müziğini dinleye dinleye, dili sanatçı ustalığıyla işleyip yazmasıyla

oluştu. Kendi dilini kuruşu belki de o kasabada başlayan yalnızlık hikayesinin devamıydı:
“Çocukken ruhumuz nereden çatladı ki biz şimdi o çatlaktan bakıyoruz. Yazarken bunu çok düşünürüm. Kedimizin mırıltıları da, teneke sobanın çıtırtıları da karışıyordur belki yazdığım cümlelere. Kasabadaki o sessizliğin de etkisi vardır.”
Toptaş’ın dili kullanışı ve roman kurgusu, dördüncü romanı “Bin Hüzünlü Haz”da epey farklılaşır. Sesini duyuramamayı, arayışları, farklı zamanlar ve mekanları buluşturarak anlatan; romanı gerçeküstü kılıp gelecekteki kaosu dillendiren bir anlamdır bu:
“ ‘Sonsuzluğa Nokta’ ile ‘Gölgesizler’ arasında beş; ‘Gölgesizler’ ile ‘Kayıp Hayaller Kitabı’ arasında yedi adımlık mesafe var, dersek; ‘Kayıp Hayaller Kitabı’ ile ‘Bin Hüzünlü Haz’ arasında 20 adımlık mesafe var. Roman anlayışımın geldiği nokta açısından da deneysel bir metin olma açısından da farklı.”
"Bin Hüzünlü Haz" da Toptaş’ın diğer yapıtları gibi çok katmanlı. Oysa yazar, çocukluğundaki o çatlağı dinliyor sadece:
“Her yazar bir Kolomb’dur diye düşünüyorum. Hindistan’a gidiyorum, derken Amerika’yı bulmaktır yazmak. Ne yaptığımı, roman bittikten sonra onun üzerine yazılan yazılardan öğreniyorum. Böyle olması gerekiyor gibi geliyor. Nedeni; bilinç altımız da çalışıyor yazarken. Her edebi metin, içinde boşluk barındırıyorsa zamana karşı dayanıklıdır. O metnin boşluklarını okur doldurduğu için, ortaya yazarın bile kast etmediği harika şeyler çıkabiliyor.”
“Bin Hüzünlü Haz”ın ilk bölümünün kimi yerlerinde sesli harfler kelimelerden düşüyor, bazı cümlelerin yarısı görünüyor. Kimi kelimeler iç içe geçerek başka bir kelime ya da cümle oluşturuyor. Yani; “İlk bölüm, çağımızın karmaşasında nerede olduğumuzu bilmediğimiz roman kahramanı Alaaddin’in sesinden oluşuyor. Bu ses size gelirken apartman bloklarına çarpınca cümlelerin yarısı kayboluyor. Ya da otobüs geçiyor, o sesin içinden.”
Toptaş ilk bölümde okura diyor ki; “Bu, senin alıştığın, damak tadına denk düşecek türden bir roman değil. Nasıl bir roman okuduğunu fark etmen için bunu yapıyorum. Bu yarısı görünmeyen cümleyi sen zihninde tamamlamak zorundasın. Sesli harfleri düşen kelimenin hangi kelime olduğunu, sen yazmak zorundasın. Bu metni birlikte üreteceğiz. Elinden tutup romanın içinde, ‘Gerçek şudur, hayatın anlamı budur’ diye parmağımla görmemi bekliyorsan, yanlış bir roman okumaktasın.”

Birçok yayınevinin kapısından döndü

İşte bu roman, “belki de bu nedenlerle” birçok yayınevinin kapısından döndü. Eksik harfler ve cümlelere “yazım hatası”, paragraflara “uzun” dendi. 1999 Cevdet Kudret Roman Ödülü’nü alan -yazara göre daha anlamlısı- Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin 2000 yılının en iyi romanı seçtiği “Bin Hüzünlü Haz”, İş Bankası Yayınları’ndan çıkan son haliyle bile metin olarak yazarın daktilo ettiği şekilde değildi. Yaşadıklarından öğrendiği bir şey var Toptaş’ın:
“Türkiye’deki yayıncılık henüz kurumlaşmış değil ya da editörlük henüz gereğince yapılmıyor. Bir cümleyi kurarken de, romanı bitirdikten sonra da güveniyorum okura. Ama yazdığım herhangi bir romanın yüz bin satacağını da, yüz bin roman okuru olduğunu da düşünmüyorum. Her metnin bir okuru var. Karamsar olmayışımın başka bir nedeni de –bana lüks gibi geliyor- yazdığım bir romanı yayınlatabilecek miyim, yayınlatamayacak mıyım, kaygısının olmaması.”



Duygu Özsüphandağ Yayman

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!

Handan Gök ç ek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol a ç tığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor. Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla ç iziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “ Ah Mana Mu ” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir par ç ayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gök ç ek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll