Ana içeriğe atla

Edebiyat hayata ne katar?

14 Şubat Dünya Öykü Günü'nde edebiyata kocaman bir kapı araladık. Biz kim miyiz? Okuruz, yazarız, öğrenciyiz... İşimizin ve yaşımızın hiç önemi yok; insanın bitmeyecek öyküsünün peşinde, edebiyatın gök kubbesi altında toplanıp yaşamı yaşanır kılmaya çalışanlarız.



Yazar Handan Gökçek'in moderatörlüğünde yazarlar Eşref Karadağ, Nalan Yılmaz, Nevzat Süer Sezgin ve Nursel Çetin ile Gökçek'in yazarlık atölyesi katılımcıları ve lise öğrencileri bir araya geldi. Alsancak'taki Yakın Kitabevi'nin üst katına sığmadı sözcükler. Herkes kavlince edebiyatın hayata ne kattığını anlattı... Empatiyi, ötekini, farklı olanı, birleştiriciliği, barışı söyledik. 


Sözlerin en güzeli gençlerden geldi. Bu daha da güzeldi. Ardından forum, öykü atölyesine dönüştü. Edebiyat öğretmenleri Nilüfer Yıldız Şendur ve Aysel Hakçı Kocadağ, lise öğrencileri ile interaktif öykü çalışması yaptı. Atölyeden çıkacak öyküler arasından seçilenleri bir ay sonra aynı yerde seslendireceğiz, bekleriz...


Gazetecilik mesleğinin mirasını yiyerek tanıtım metinleri yazarlığı, öykü yazarlığı ve annelik arasında gidip gelen, kafası karışık bendeniz, düşüncelerimi ancak yazıyla bir araya getirebilirdim. Öyle de yaptım. 
Handan Gökçek ile öykü çalışan ekipten bir taze öykücü ve eski gazeteci olarak, edebiyatın benim hayatıma ne kattığını yazdım. Buyurunuz...




"Edebiyat hayata ne katar?" çok büyük bir soru. Yanıtı, içinde koca bir edebiyat tarihini taşıdığı kadar; siyaset, sosyoloji, psikoloji, felsefe ve sanatların tarihleri ile tarih biliminin kendisini de taşıyacak kadar büyük... Elbet burada niyetim bu koca soruya yanıt aramak değil. Herkes kendi kıyısından bakar ya hayata, ben de öyle yapmaya gayret edeceğim. En iyi bildiğim şeyden, kendimden bahsedeceğim.

Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyorum. İlkokulda şiirimsiler ve çocuk öykülerine öykünen öykümsüler yazdım. Ortaokulda bir defterime, yazar olma isteğimi not düştüğümü hatırlıyorum. Edebiyat kitabımdaki okuma parçalarını, şiirleri odamda yüksek sesle okurdum. Orta sonda, Muzaffer İzgü'nün Her Eve Bir Karakol kitabındaki öykülerden birini tiyatroya uyarlamıştım kendimce ve sahnelemiştik bile... Okumak benim için elim ayağım, kaşım gözüm gibi doğal bir uzvum oldu hep. Ortaokuldaki yazarlık hedefim, lisede gazeteciliğe evrildi ve üniversiteyle bu hedef kesinleşti.

Okuduğum öyküler, romanlar, içinde hayatı bulduğum tüm o kitaplar, mesleğimi yaparken yoldaşım oldu hep.
Mesleğim, gazetecilikti. Hayatın ta kendisiydi.
Edebiyat, hayatın gerçekliği arasında bana yol gösterdi. Kimi zaman gerçeğin acımasızlığından kaçmak, kimi zaman ise düpedüz o gerçeğe yaslanmak için okudum. Savaşın insana ve topluma ettiklerini Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da, Silahlara Veda'da buldum örneğin. Adaleti Nazım Hikmet ile aradım, yalnızlığın içinde kendim olmanın yolunu Murathan Mungan ile Edip Cansever ile buldum. Orta sınıfın açmazlarını, bunalımlarını Oğuz Atay öğretti bana. Siyasetin komedisini Aziz Nesin'den edindim. İnsan ruhuna Dostoyevski ile dokunmaya gayret ettim. Kadın olarak dik duruşu önce Duygu Asena'dan, sonra Sevgi Soysal'dan, Virginia Woolf'tan öğrendim. Kafka, en özet haliyle otoriteye ironiyle karşı çıkış demekti benim için. Bir İzmirli olarak İzmir'in her köşesini Tarık Dursun K. ile bir başka tanıdım...
Gazetecilik, bir nevi suya yazma işiydi. Oysa mesleğimi aktif olarak yaptığım on sekiz yılın ardından, gerçek öykülerin yanına kurmacayı eklemeye giriştiğim şu iki buçuk yılda mesleğimin nimetlerinden çokça faydalandığımı görüyorum. Meslektaşım Ernest Hemingway'in, "Gazetede çalışmanın bir yazara kesinlikle zararı olmaz; hatta zamanında bırakmayı becerebilirse yararı dokunur" sözünü düstur edindim. Edebiyatın nimetlerinden bolca yararlandığım, bir edebi metin çıkarma kaygısıyla yazdığım röportajlarımdan, haberlerimden damıttıklarım, öyküye oturunca kalemime yön verdi. Madem yaşamın akışına yön veremiyordum, yazıya ben yön verebilirdim. Yazıyla yeni yaşamlar biçebilirdim.

Bu noktada, 2010 Nobel Ödülü'ne değer bulunan Perulu yazar Maria Vargas Llosa'nın ödül töreninde yaptığı "Okumaya ve Kurmacaya Övgü" başlıklı konuşması ufuk açıcı olacaktır. Şöyle diyor yazar:

"Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı. Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur. Hayatta eksik olanı roman ve öykülerde ararken, var olan hayatın, sonsuza duyduğumuz açlığı dindirmediğini ve daha iyi olması gerektiğini düşünürüz. Öyküler ve romanları, yalnızca tek bir hayatımız varken, pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız.
"Edebiyat sayesinde, gerçek yaşamın bize hiçbir zaman vermeyeceği büyük serüvenlerin, yüce tutkuların kahramanları olabiliriz. Edebiyatın yalanları, bizim aracılığımızla, dönüşen okurlar aracılığıyla, bayağı gerçekliği sürekli sorgulayan kurmaca aracılığıyla gerçek olabilir. (…) İşte bu yüzden hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur."

Fernando Pessoa da bunu şu cümleyle formüle eder: "Bütün sanatlar gibi edebiyat da hayatın yetmediğinin itirafıdır."

Hepimiz aslında yazarken de okurken de başkalarında kendimizi ararız. Murathan Mungan, "Edebiyatı yurt tutmuş insanların yalnızlığını gideren tek şey, başkalarının yalnızlığıdır" sözüyle bunu ifade eder.

Söze kendimle başlamıştım. Hemingway'in sözlerinden yapacağım şu alıntılar, aslında benim demeye çalıştığım her şeyin yerine geçer. Diyor ki yazar: "Yazarlıkta ne başarı edindiysem bildiğim şeyleri yazarak edindim. Bildiğim her şey hakkında bir öykü yazmaya karar verdim. Kitaplar tanıdığın insanlar hakkında olmalıdır, sevdiğin ya da nefret ettiğin insanlar; hakkında araştırma yapmanı gerektirecek insanlar değil. Bildiklerinden yola çıkıp uydurabilirsin, sonuçta hepimiz Allah'ın cezası bir savaş görmedik mi!"


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!

Handan Gök ç ek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol a ç tığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor. Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla ç iziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “ Ah Mana Mu ” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir par ç ayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gök ç ek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll