Ana içeriğe atla

Medyadan çok ses çıkıyor, duyuyor musunuz?




Kalemin düşüşü çok ses çıkarır. Çarpmanın etkisinden midir sesin yankısından mı; kalem parçalanınca söz kırılır, hikâyeler dökülür. Ki onlar, dünya var olduğundan bu yana parmağımızın rehberliğinde yazılanlardır. Toprağa, kuma çizdiklerimiz; mağara duvarlarına, kil tabletlere, taşa yonttuklarımız ile başlayan kadim bir düşünce, duygu ve bilgi tarihidir. Kalemin icadından çok önce birikmeye başlayanlardır. 

İnsan bu... Koldan bacaktan, iç organlardan olduğu kadar hikâyesinden de müteşekkil. Yazıp çizdikleri de bir uzvu onun. Parmağını kalem bellemesinden belli... Çiviyle tabletlere, taşlara resimler yontmadan evvel toprağa, kuma şekiller çizdiği parmakları meğer o sebepten bugün, klavyeyle dans etmekte. Bedeni gibi sözüne de iyi bakmalı insan. Kırılıp dökülmeler iyi gelmez zira. Nitekim insan, bugün epey hasta... 

Kalem düştü, yere hızla çarptı, dağıldı, hikâyeler dört bir yana saçılıp sahipsiz kaldı. Demek ki bir vakitler yazıdan Babil Kulesi kurmaya niyetlenen kalem, kendi yazısını iyi yazmamıştı. 

Ruhlarımız geride kaldı 

Bir İnka atasözü, "O kadar hızlı gittik ki ruhumuz geride kaldı" der. Kil tablet, papirüs ve parşömenin kâğıda, parmak ve çivinin kaleme evrilmesi çok çok eski zamanlarda artık. Cilt, ruloların yerini alalı, matbaa icat edileli yüzyıllar; bilgisayar mucizesi hayatımıza gireli on yıllar oluyor. Yazının kitlelere yayılan onlarca şekli -haber, bilgi, düşünce, sanat, reklam, propaganda- avucumuza sığacak, cebimize girecek boyutta şimdi. Keşifler ve icatlar çağı, teknolojiyle çağ atladı! Seçeneklerimiz çoğaldı:

Herkes, her yerde her şeyi yazıyor. 

Birkaç iyi yazar, az sayıda mecrada bazı şeyleri yazıyor. 

Hangisini tercih ederseniz... 

Ama işte, ruhu geride kalan insanı hiçbir ilerleme iyi etmiyor. 

Çünkü yazının sihri, kötü emellere alet oluyor. Kitlelere seslenebilmenin, onları kitle iletişim araçlarıyla kontrol edebilmenin büyüsü, sadece yazarak hikâye anlatarak var olabilmenin naifliğini ezdi. 


İlk örneği birinci yüzyılda basılan gazetenin var olma nedeni, yönetimin gücünü halka dayatmaktı. Ama insanlık, matbaayla birlikte onu geliştirmeyi bildi. Düşünce dünyasının, evrensel ahlak değerlerinin, bilimin, sanatın da yansıması oldu gazete. On yedinci yüzyılda süreli yayın haline geldikten sonra aşama aşama bugünkü şekline büründü. 


Eh, her çıkışın bir inişi vardır! Hani nasıl diyorduk; matbaanın ülkemize geç gelmesinin, Rönesans'ı yaşamamış olmamızın sonuçlarını yirminci yüzyıl ortalarında görmeye başladık. Yirmi birinci yüzyılda bu inişin hızı, artık düşüşe dönüşmüş durumda! Türkiye'yi yönetenler, ilk gazetenin Roma İmparatorluğu'nca çıkarılmasını ve fethedilen toprakları, gladyatör dövüşlerini anlatmasını iyi kavramış. Çin'deki ilk gazetenin, bir "saray genelgesi" olması da hakeza! Gazete sayfalarında yemek tarifleri, ünlülerle yapılmış çılgın pozlu söyleşiler, özel hayatını anlatan köşe yazarları, güzel kadın fotoğrafları arasında çalışma yaşamında kaybolan haklarınızı arayın bakalım, bulabilecek misiniz! Yoksullaşan ülkenize, savaşın toplu kıyımına, her türlü ayrımcılığa, etnik eşitsizliğe, şiddetin kadınlar ve çocuklara yaptıklarına, kadınların köleleştirilmesine, hukukun siyasileştirilmesine ve dahi bizatihi basının el pençe divan duruşuna, susturuluşuna dair düşünce yazıları bulabilecek misiniz o sayfalarda... 

Televizyon çok mu masum? Geçen yüzyılın başında esen ilk ses dalgaları, görüntüyü de peşine takarak radyo ve televizyon cihazlarına ulaşmıştı. Artık sesini en uzağa ulaştırabilmenin yolu, internet... Teknoloji rüzgârı öyle hızlı esti ki televizyonun içinde ne var ne yoksa savurdu. Bu içerik değişimini, izleyenlerin büyük kısmı belki anlamadı bile. Çünkü o sırada dağılan aileleri sabah kuşağı programlarında toparladıklarını, suçluları bulup adaleti sağladıklarını sanıyor, her gün bir başka kürsüde ekrandan salonlarına giren başkanlarını dinliyorlardı. Ekonomi haberleri, "Büyüyoruz" diyordu, izleyenlerin cebi hızla boşalırken... Dizi filmlerde de hep zengin ailelerin güzel ve yakışıklı çocukları vardı zaten. Din büyükleri, haram ve helalleri ezberletiyordu onlara. Öğle kuşaklarında saçını makyajını, mimiğini izlemekten söylediklerine kulak kabartamadıkları kadınlar ve adamlar, oracıkta kültür katliamı yapıyordu örneğin. Dinleseler de fark eder miydi; okullarda faili meçhul cinayetler anlatılmıyordu ve lise ders kitaplarında edebiyat tarihi, Sabahattin Ali'ye ulaşamadan son buluyordu.

On yedinci yüzyıl Avrupa'sında düşünürlerin, kültür insanlarının kafeterya sohbetleriyle şekillenen dergicilik de epey yara aldı. Siyaset-ticaret-medya üçlüsü oraya da el attı. Yine de acımasız olmayalım; gazete, radyo ve televizyonun aksine dergi, itibarını ?hâlâ- kaybetmedi. Medyanın kirli düzeninde sığınılacak tek ada o. Ama evet, hâlâ... Çünkü gücün çok kolay yer değiştirdiği "medya çağı"nda hiçbir şeyin garantisi yok.

Medya nasıl düşmesin!

Bu trajik düşüşün nedenleri, nasıllarının içinde saklı...

Ahlaksız bir medya nasıl düşmesin? Sırtını en tepedeki güce dayamış, kendini hem yargıç hem savcı yerine koymuş, hükmü vermiş, kalemini kırmış! Tek tarafın fikirlerini her gün matbu ve dijital ortamlarda yüzümüze bangır bangır bağırıyorlar. Yalana inanmaya çağırıyorlar. Savaşı lanetleyemeyenden ahlak beklenir mi! Ölümü kutsayandan, şiddetin dilini her gün yeniden üretenden... Kendisi savaş tutsağı olmuş medyadan özgürlük beklenir mi!

Kendi çocuklarını yiyen medya, nasıl düşmesin? Plazaların tepesinde fabrikatör kurumuyla dolaşan yayın yönetmenleri, medya sahipleri; sayfalarında ve ekranlarında yer vermediği iş barışını elbette çalışanlarından da esirgeyecek, ne sandınız! Örgütsüz, hakları ayaklar altına alınmış medya çalışanının üç kuruşa talim ettiği işinden olması, yöneticisinin iki dudağı arasında. Üstelik sağlığı önemsenmeden uzun saatler çalıştırılabiliyorken yani can derdine düşmüşken medyanın toplumdaki önemini düşünecek hali mi kalıyor?

Dilini kaybeden medya nasıl düşmesin? Temeli dil olan iletişim, en basit kuralları bilmeyenlerin dilinde dolaşıyor. Anlatım bozuklukları ve imla hatalarıyla dolu cümleler mi ararsınız, kelime bilgisinden yoksunluk mu, dille dayatılan ideolojiler mi? Şiddet, eşitsizlik, adaletsizlik, baskı, sansür, yoksulluk, biat... Her şey dilden yansıyor...

Medya ki kitlelerin aynasıdır. O halde cümbür cemaat düşüyoruz. Kayalara çarpa çarpa uçuruma yuvarlanıyoruz. Dibi bulursak belki tekrar çıkmaya başlarız. Cervantes, "Kalem, zihnin lisanıdır" der. Birilerinin kalemi, hepimiz adına yazmaya, bugünleri kaydetmeye devam ediyor. Elbet bu lisan bir gün daha iyi anlaşılacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!

Handan Gök ç ek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol a ç tığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor. Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla ç iziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “ Ah Mana Mu ” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir par ç ayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gök ç ek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll