Ana içeriğe atla

“Masalların gerçeğe dönüştüğü bir ülkede yaşamak dileğiyle…”

Suat Eroğlu

İzmirli yönetmen Suat Eroğlu'nun adı, Ekim 2014'te "3. Hak-İş Emeğe Saygı 3. Kısa Film Yarışması"nda birincilik ödülünü alan filmiyle duyuldu. Eroğlu, Soma Faciası'nda yaşamını yitiren madencilere adadığı "Fıtrat" ile ödül alırken hükümeti eleştirmiş, bunun üzerine bir izleyici tarafından darp edilmişti. 
Yönetmenliğini yaptığı ilk kısa filmi "Sinemasal" ile sinemaya eleştirel bakışını yerleştirmişti Eroğlu. Türkiye sinemasının yüzüncü yılı için çektiği "Sinemasal", yedinci sanatın klişelerini mizahi bir dille anlatıyor. Gezi direnişinden önce çekilmiş olsa da bu ruhla örtüşen, hayatın hiç de masallarda anlatıldığı gibi olmadığına göndermelerle dolu, cesur bir film...

Yıllar geçer, siyasetçiler geçer ama sanat eserleri kalır... Yönetmenle "Sinemasal" üzerine yaptığım söyleşi de sinema tarihine benim bir armağanım olsun öyleyse...




Türkiye sineması 2014’te yüzüncü yılını kutladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yazışmalarında ve etkinliklerinde kullanmak için özel olarak hazırlattığı logodan ünlü sinemacıların yapımlarına dek ortak tema buydu. İzmirli genç bir yönetmen ise aralarından sıyrılarak cesur bir iş yaptı. Eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde alan yönetmen - senarist Suat Eroğlu, yüzüncü yıla “alternatif” bir kutlama hazırladı. İzmirli oyuncuların rol aldığı, İzmir Fransız Kültür Merkezi binası ve bahçesinde çektiği kısa filmi “Sinemasal” aracılığıyla yedinci sanatı sorguladı.
Sinematografi cihazını bulan Lumiere Kardeşler’in, bunu önce ülkelerin siyasi erklerine ve burjuvaziye tanıtmasına, cihazın Osmanlı’ya saraydan girmesine, yani kitlelere geç ulaşmasına kafa yoran bir yönetmen, Eroğlu. Eleştirisini de buradan hareketle yapıyor. Filmde, Paşa’nın mülkiyet tutkunu karısının ısrarıyla getirttiği sinematografi cihazı, sarayın hizmetli takımının eline geçince bir kalkışmaya araç oluyor. Paşa ve karısı sonunda ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Eroğlu’nun Gezi direnişinden önce çektiği ama tam da bu ruhla örtüşen film, sinemanın önemli dönemlerini mizahi bir dille anlatıyor. Ve, “Masalların gerçeğe dönüştüğü bir ülkede yaşamak dileğiyle” sona eriyor.

Meselenin özünü kaçırmayalım
         
        - Sinemanın yüzüncü yılına ithaf fikri nasıl çıktı?

Bu, senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığım filmim. Daha önce kırkı aşkın projede çalıştım. Sinemanın başlangıç noktasına, nasıl bir sinema tarzım olması gerektiğine kafa yoruyordum. 2014, sinemanın 100. yılı. Okulda, ilk filmimiz olarak, 1914’te çekilen ‘Ayastefanos Abidesi’nin Yıkılması’nı okuyorduk. Lumier Kardeşler’in sinematogrifiyi, bir operatör eşliğinde üçüncü dünya ülkelerine pazarladığını okumuştuk. Garibime gitmişti. Bu, sinemanın kitlelere geç ulaşması demekti. Her ülkede siyasi erke ya da burjuvaziye götürüyorlardı cihazı. Bizde de Abdülhamit’in sarayına gelmişti. İlk komedi kurgu filmi bir bahçıvanın hikâyesiydi; Lumier Kardeşler, babalarının fabrikasındaki işçileri çekiyor. Sonra ilk gösterim yaptıkları kafeteryada seyirciler, perdede bir trenin gara girişini görüyor ve korkup kaçıyor. Bu hikâyeleri birleştirip bir film yapmak istiyordum. Sinemanın yüzüncü yılı olması sebebiyle birçok biyografi, portre, mekan izleyeceğimizi düşündüm. Sinemayı pohpohlayan, nostalji yapan şeyler... Sinema neydi, nasıl gelişti ve nereye gidiyor, bunu kaçıracaktık.
İzmir’de bir şey yapmak istiyordum. Sahneye, bahçeye ve restorana sahip bir konak olduğu için Fransız Kültür Merkezi’ni tercih ettik. Sponsor oldular.


Yüksel Ünal
Oynayanların çoğu İzmirli. Paşa’yı oynayan Yüksel Ünal, Muhteşem Yüzyıl’ın Şeker Ağa’sı. Aslında başrolü makinenin kendisi oynuyor. Tiyatroevi, İzmir Müzisyenler Derneği, Ege Amatör Sanatçılar Derneği gibi birçok kurumla çalışmak istedim. İzmirli Kostüm, sponsor oldu. “İzmir’de pekala mekanlar ve insanlar var, önemli olan bunları birleştirmek” mesajını vermek istedim.


Nuri Bilge Ceylan’a değil, genç sinemacıya destek

- Kısa filmciler olarak destek görüyor musunuz? 

Kısa filmcilerin hiçbir dayanağı yok. Kültür Bakanlığı destek projesinden Nuri Bilgi Ceylan, 700 bin TL gibi rekor bir para alıyor. Yüksel Aksu 400 bin küsur alıyor. Euroimage’den Ceylan, 400 bin avroya varan para desteği alıyor. Ceylan’a bugün zaten istediği firma destek olur. Önemli olan genç sinemacılara yatırım yapmaktır. Kısa film hor görülüyor, görmezden geliniyor. Bugün uzun metraj yapan bütün yönetmenler, bir dönemin kısa filmcileri. Kısa filme değer verilmesi, destek sağlanması gerekir. İlle para meselesi de değil. Önemli bir fikri olan herkes bunu başarır. Değer görmediği için kısa filmciler zor koşullarda, birçok sahneyi atarak çalışıyor. İzin meseleleri var. Mesela AVM’lerle ilgili kısa film çekmek istiyorum ama hiçbir AVM izin vermiyor. Bunun yasal güvenceleri olmalı.

Sanat, toplumsal mücadeleye dayanır
-         
    - Sinema hem bir sınıfsal ayrım getiriyor -zenginlere yönelik bir teknoloji- hem de tabancayı kendine çeviriyor. Çünkü kitleleri ayaklandırma gücü var. "Görüntünün gücü" vurgusu ağırlıkta…

Evet, doğru. Filmimde, kafayı taktığım mesele vardı. "Lumier Kardeşler bahçıvanın çocukları olsalardı nasıl bir film çekerlerdi?" Muhtemelen konağı güzelleştiren babalarının hikâyesini anlatırlardı. Sinema, onu bir ticaret olarak gören zenginlerin elinde doğmuş. Bu yüzden de saltanatını sürdürüyor. Sinemacılar olarak sinemayı 1950’lerde başlatıyoruz; Ömer Lütfü Akad’la. O döneme kadar olan, tiyatrocular dönemi. İlk, orduya geliyor sinema. Çünkü en örgütlü güç, ordu. Fuat Uzkınay bir albay. Görevlendiriliyor ve çekimleri yapıyor. Sonrasında devlet eliyle Muhsin Ertuğrul’a veriliyor görev; yurt dışına gönderiliyor, eğitimler alıyor. Tiyatro gösterimlerini tek planda çekip filmler üretiyor ve hiç sinemacı yetiştirmiyor. Ta ki Ömer Lütfü Akad’a kadar... Akad’ın biraz Fransızcası var, dergiler okuyor ve etkileniyor. Başka bir sinema bakışı getiriyor memlekete. Yılmaz Güney’lerin yetişme süreci o döneme denk gelir. Bir taraftan da kitleler, Yeşilçam melodramları ile karşı karşıya kalıyor. SineMASAL’ın son sahnesinde uşak, aşçı, garson ile arkasında koşan yoksulları göstermemizin sebebi odur. Bu sahnenin arkasında da bir yazı var; hayat sevince güzel. Yeşilçam melodramları bize bunu söyledi. Ama hayat hiç öyle değildi, hele ’70 - ‘80’lerde yaşayanlar için... Onu göstermek istedim. Sinema gücünü, toplumsal mücadelelerden alıyor. Toplumsal mücadelelere dayanmayan hiçbir sanatın güçlü olabileceğini düşünmüyorum. Gezi’ye damga vuran bütün müzik, fotoğraf, sinema eserleri toplumsal bir mücadelenin ürünüdür. Fight Club’lar, V for Vandetta’lar…

Auguste ve Louis Lumiere 
Sinema, zenginlerin ticaret ve eğlence aracı olmaktan çıkıp kitleleri ayağa kaldıran, mücadeleyi taşıyan bir yere doğru evrilmiş, diyebilir miyiz?

Sinema, yalnız başına böyle bir şey yapamaz. Bakış açısını değiştirebilir, farkındalık yaratabilir. Türkiye, AKP ile birlikte her şeyin içini boşaltmış durumda. Kapitalizmin bile içini boşaltıyorlar. Kendi silahlarıyla kendilerini vuracak duruma geliyorlar. Film de aslında onu anlatıyor. Zengin bir ailenin, bir Osmanlı paşasının kıskançlıktan ötürü memlekete getirdiği sinema makinesinin başlarına bela oluşunu, memleketten kaçmak zorunda kalışlarını anlatıyor. Burjuvazi ve kapitalizm kendi kendini öldürüyor. Bizim filmlerimize hiçbir şirket salonlarında yer vermiyor. Özcan Alper, Hüseyin Karadayı, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz gibi bağımsız sinema yapanları AVM salonlarında göremiyoruz. Gezi ile de birlikte yeni bir şey doğuyor. En önemli örneğini Onur Ünlü yaptı; filmini vizyona sokmadı. Sinemaya gönül vermiş kişilerle filmimi her ilde, ilçede, mecrada göstermek istiyorum, dedi. Çağrısı karşılık buldu. Bir sürü mekânda, daha yüksek fiyatla filmini gösterdi. Kısa filmciler, bağımsız dağıtım ağlarını kurma çabası içinde. 
Ben bu filmi çekerken teknik ekipteki arkadaşlar bana, abi çok iyi hoşsun da şu fikirleri bir kenara bıraksan, diyorlardı. Gezi eylemlerinde en önde yan yanaydık onlarla. Hani oğlum, bir kenara bırakıyorduk! Abi bu sefer başka, dediler. Gezi bize müthiş bir özgüven verdi.


Festival seyircisi de sıkıldı
-         
    - Kitleyle nasıl buluşuyorsunuz?

Vimeo'da izlenebiliyor. Bütün festivallere gönderdim. 14. İzmir Kısa Film Festivali’nde de gösterildi. Altın Koza’da finale kaldı film ama ödül alamadı. Festival izleyicisinin başka bir algısı var, o nedenle gönderdim festivallere. Son beş yılın kısa filmlerine baktığımda onların da sıkıldığını düşünüyorum. Mevcut sinemasal kültürün, belirli yönetmenlerin filmlerini kopya eden, alttan gelen kısa filmci kuşağı olduğunu düşünüyorum ve isyanım bunlara olduğu için, festivallerin hepsine katılmak istiyorum. Sinema salonlarında gösterilsin, kısa filmcilere ön açsın istiyorum. 
         
    - Kısa filmci olarak mı kalmak istiyorsunuz?

Bu filmi yaparken, “Bir yönetmenin en önemli hadisesi, oyuncu yönetimidir” dedim. Sırf ona çalıştım. Diyalogsuz oluşu ondandır. Sonra da sadece müzikle ilgili deneysel bir projem var. Kısa film, farklı arayışlardır. Kısa filmci kalabilirim, imkânlar dolayısıyla kalabilirim çünkü uzun metraj yapmanın maliyetleri var. Ama bir film yapmak için para, en son hikâye. İyi bir fikriniz, hikâyeniz, kendinize inancınız varsa yaparsınız. Uzun metrajdaki hedefim de en az bütçeyle iyi bir film yapmak. Uzun metraj tabii ki çekmek istiyorum; seyirciyle daha uzun soluklu bir iletişim kuruyorsun. Kısa film seyircisiyle diğer seyirci arasında çok büyük fark var. Toplumsal film yapan kişi, mutlaka seyirciyle buluşmak ister. Kahvede oturan insana filmini seyrettirmek ister. Ama kısa filmden hiç vazgeçmeyeceğim. Benim deney alanım olarak kalacak.

Sinemasal'ın oyuncularından Murat Cengiz Gezenoğlu


Sinemasal’ı destekleyenlerin hepsine teşekkür ederim. Bu röportajı yaptığımız yer, Fransız Kültür Merkezi, oyuncu arkadaşlarım, İzmirli kostüm, teknik ekipteki arkadaşlarım… Kısa filmcilerin, var olanın değil, var edenin peşinde koşmasını, orijinal olanı bulmalarını isterim. Ben bu yolda ilerlemek istiyorum.


* Filmin bağlantı adresi
 https://vimeo.com/73520623


Duygu Özsüphandağ Yayman, İzmir Life, Haziran 2014

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!

Handan Gök ç ek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol a ç tığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor. Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla ç iziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “ Ah Mana Mu ” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir par ç ayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gök ç ek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll