Ana içeriğe atla

Refik Durbaş, kendisinin izini sürmekte çocukluğuyla


Mücadeleyle, emekle yoğrulan insanların arasından geldiğinden midir, yoksa o insanları yazdığından mı; hayatın izi sürülüyor Durbaş’ın kaleminde. Gazetecilik ile şairlik, kâh omuz omuza kâh birbirinden rol çalarak yürüyor.




“Ömrümü soruyorsun şimdi bana: 
Ömür, bir merdiven değil midir 
her basamağında çocukluğun ayak izi olan…”


Refik Durbaş’a ömrünü sorduk. Kolay değildi bir şairin, hele ki gazeteci bir şairin onca girintili çıkıntılı yolları bir çırpıda özetleyivermesi. Ama kolaydı da çünkü Refik Durbaş’tı ifade eden. “Hayatın izini sürmeye gelmişti dünyaya” herkes gibi. Altmış yaşına armağan ettiği “Kırk Dört Sıfır Dört” kitabının ilk şiirinde dediği gibiydi. O yüzden önce çocukluk ülkesinden başladı anlatmaya.
Anne-babası evlendikten sonra İzmir’den Erzurum’a gitmişti. Durbaş, Erzurum’da başladığı ilkokulu, 1954’te dedesinin ölümüyle göçtükleri İzmir’de, Necatibey’de bitirmişti. Salihli’de başladığı ortadan, Karataş’ta mezun olmuştu. Mahalle çocuğu olarak girdiği Namık Kemal’den 1965’te şair olarak çıkacaktı: “Oturduğum ev Halilrıfatpaşa son duraktaydı. Bir köprü, köprünün başında da 181 Sokak vardı. Köprünün altı, dereydi. Yağhaneler’den zeytinyağı fabrikalarının suları akar, Mithatpaşa’da caminin yanından denize dökülürdü. Osman Kibar o evleri istimlâk etti. Ben liseye başlayana kadar o dağlarda uçurtma uçurdum. Telden arabalar yapardım. Pekos Bill, Teksas Tommiks, Mike Hammer okurdum. Geceleri karpuzdan fener yapıyorduk. Mahalle çocukluğu… Aklımda şiir yazmak falan yoktu. Lisede edebiyat hocamız İsmet Kültür bize kitaplar getirdi. Sonra ‘Genç Kalemler’ dergisini çıkarmaya başladı. Derste yazdırdığı kompozisyonları dergide yayınlıyordu; hikâye yazmaya başladım. Mahallede başımızdan geçen şeyleri… Sonra bunları Çocuk Haftası dergisine gönderdim. on sayfa yazıyorsun; dergide çıkıyor, on santim. ‘Şiir yazsam yazmam kolaylaşır’ dedim. Şiir yazmaya başladım.”


Sanat paraya tahvil edilmemişken…

O yıllar henüz, sanatın paraya, şöhrete ve sansasyona tahvil edilmediği yıllar... Gazetelerin şiir yayınladığı, İzmir Radyosu’nda Nahit Ulvi Akgün’ün beğendiklerini okuduğu, sonra bunun gazetede haber olduğu; yani okurun da yazarın da akacak mecra bulabildiği ve bir öğretmenin, bir yaşamı değiştirebildiği (belki de hayatın, kendi şiirini yitirmediği) yıllar. Refik Durbaş’ın yayınlanan ilk şiiri 1962’de Ege Ekspres’te çıkan “Velvele”ydi. Lisede Gündüz Badak ile Evrim dergisini çıkardılar. Basın İlan Kurumu sanat dergilerini, arka sayfasına verdiği ilanla desteklerdi. Evrim, yedi yüz elli liralık bu destekle çıktı ama çok sürmeyecekti: “Anadolu’nun birçok yerinde kültür-sanat dergileri çıkıyordu. Sonra büyük gazeteler Basın İlan Kurumu’na dedi ki; sen bu ilanları sanat dergilerine verme. Biz her gün iki sayfa sanat sayfası yapalım. Böyle bir dümenle dergilerin gelirini kestiler.” 
İlanlar kesilince aralarında Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Güven Turan’ın bulunduğu Ankaralı sekiz edebiyatçı, İstanbul’dan Halil İbrahim Bahar ile Günay Altıntaş, Evrim’e destek verdi. “Türk dili ve edebiyatına git, öğretmen ol. Sonra buraya gel. Ben emekli olacağım, benim görevimi sen alacaksın” diyen öğretmeni İsmet Kültür’den etkilenen Refik Durbaş, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanmıştı. İstanbul’a gitti, Evrim kapandı ve yeni bir dönem başladı: 
“Soyut dergisinde asıl şiirlerimi yazdım. Beyazıt’ta üniversitenin karşısında Beyaz Saray diye bir han vardı. Alt kısmı kitapçılarla doluydu. Bir sanatçı mahfeliydi. Her hafta Behçet Necatigil, Beşiktaş’tan gelir, Beyazıt’ta oturur, on beş günde bir kafa çekerdi. Öyle bir arkadaş çevresi oldu. 1967’de, ‘60 kuşağı şairleri olarak on beş kişi, onar lira verip Alan ‘67’yi çıkardık. Güven Turan Samsun’dan, Ataol Ankara’dan para gönderirdi. Ancak dört sayı çıktı.”

Şiirli röportajlar

Devinim, Gösteri, Sanat Olayı, Papirüs gibi birçok dergide şiirleri yayınlanan Durbaş, 1967’de Yeni İstanbul’da gazeteciliğe başladı. Durbaş’ın solcu şairlerle dostluğu, hocası Mehmet Kaplan’ı rahatsız ediyordu. Cumhuriyet’e geçip 12 Mart döneminde de tezini sununca, ipler koptu. Hocası, “Ne ulan! Tez mez yok sana. Komünist gazetede çalışıyorsun” deyince, Durbaş bir daha okula uğramadı.
Yirmi yıl Melih Cevdet Anday ile çalıştığı Cumhuriyet’ten 1992’de emekli olduktan sonra Sabah’ta kitap ve sanat sayfaları yaptı. Yeni Yüzyıl’ın kültür-sanat sayfasını yönetti. Sabah’ta yazdı. Halen Birgün'de köşe yazarı. 
Durbaş’ın gazeteciliği ile şairliği, kimi zaman omuz omuza kimi zaman birbirinden rol çalarak gitti. Mesela Cumhuriyet’teki bir matbaa işçisi çocuğu yazdı, “İkinci Baskı” diye. Ya da haber yaparken şiir üretti: “Kapalıçarşı için Hasan Cemal benden röportaj istedi. Kapalıçarşı’yı üç gün dolaştım. ‘Çarşı-yı Kebir’ diye uzun bir şiir yazdım. Hasan Cemal’in önüne koydum. ‘Gazetede şiir mi olur’ dedi. ‘Röportaj’ dedim. ‘Olmaz’ dedi. Düzyazı haline getirdim, gazetede öyle çıktı. Mesleğimin iyi yanı da oldu kötü yanları da... Bazen şiirde kullanacağım imgeler, gazete yazılarına serpildiği için uçup gitti.”
1981’de evleninceye ve askere gidinceye kadar devletle ilişkisi olmayan, askerliğini yapmadığı için yurt dışına çıkamayan Durbaş, yıllık izinlerini Türkiye gezileriyle geçirdi: “Otobüse binerdim. Nereye gidiyor? Eskişehir’e. Bir gün kalırdım, orada dolaşırdım, yola çıkardım. Otobüs nereye gidiyor? Van’a. Oraya giderdim… Evlendikten sonra karıma dedim ki, ‘Cumhuriyet’te otuz gün -hatta on yılı geçtikten sonra kırk beş gün- iznim var. on beş gün seninle Bodrum’a, Assos’a gideriz, tatil yaparız. On beş gün ben başımı alıp giderim.’ Trene biniyordum Diyarbakır’a, Erzurum’a gidiyordum.”
Hem bu şekilde hem de meslek gereği Türkiye’nin gezmediği yeri kalmadı, Durbaş’ın. Siyaset haberlerini dahi halktan toplar olmuştu: “Mehmet Kemal’den öğrendim onu. Seçim öncesi nabız yoklama haberlerine gönderirlerdi. Muhabirler parti binalarına gider, parti başkanlarıyla konuşur. Mehmet Kemal ile Kırklareli’nde hamama gittik. Sonra berberlerin çok konuştuğunun ve insan sarrafı olduğunun farkına vardım. Bir mahalleye gider, berbere sorardım, hangi parti alacak diye. Parti binalarına gitmezdim.”


“Gerisi sorulmaya”

Refik Durbaş, “ey ezilmişlik! / bir gün ben de ulaşacağım kapılarına. / yoksulluğun o sonsuz panayırını aşacağım dediği gibi emekten, emekçiden yana ya hep; onun şiiri için, “İlk döneminde İkinci Yeni etkisindeydi, sonra toplumculuğa yöneldi” diye yazılır. Evet, İkinci Yeni etkisiyle başlamıştı şiire çünkü o yıllarda Nazım Hikmet yasaktı mesela. Ama hayır; Refik Durbaş İkinci Yeni’yi, toplumculuk karşısına topyekûn terk etmiyordu: 

“Yön dergisi Nazım Hikmet’in şiirlerini yayınlamaya başladı. Zaten halkın içinden çıkmış, çalışan bir adamdım. Hükümet konağının altında üç yıl gazete sattım. Birden o dünyayı keşfettim. Onu da kullandım, İkinci Yeni şiirinde. Divan şiirinin ve halk şiirinin de etkisi oldu. İkinci Yeni’ye bakınca, Sezai Karakoç da var İlhan Berk de ama abuk sabuk bir sürü şiir de çıktı. ‘Şiir anlamsızdır’ diye bir şey uydurdular, bunu da İkinci Yeni’ye mal ettiler. Aslında öyle değil.”
Bazen altı ay eline kalem almadığı oluyor Durbaş’ın. 2004’te ise üç yüz altmış beş şiir yazmış; “Altmış yaşıma armağan” diyerek. “Şiir, bisiklete binmek gibidir. Bir öğrendin mi unutmazsın. Bana şiir yazmak daha kolay geliyor. Bazen yazı istiyorlar. Diyorum ki, şiir olarak yazayım” diyen Durbaş, Melih Cevdet’i anıyor: “Melih Cevdet artık kimseyle görüşmek istemiyordu. Ama şiir yazıyordu ve mesela t’lerin kuyruğunu yapamıyordu.” Durbaş, Dağlarca’nın dediğini düstur edinmiş kendine: “Çocuk ve Allah çıktığı zaman bir genç, ona şiirlerini gösteriyor. Dağlarca, ‘Tanrı sana öyle bir güç verecek ki, sağ kolunu kestiği zaman İstanbul’un, sol kolunu keserse Türkiye’nin, sağ bacağını keserse Balkanların, sol bacağını keserse Avrupa’nın en büyük şairi olacaksın diye anlatıyor. Çocuk bacakları gidince ‘Dur!’ diyor, ‘Başlarım onun şiirine!’ Dağlarca da diyor ki; ‘Benim bir gözbebeğim kalsın, bir de kalem tutacak iki tane parmağım. Yeter ki şiir yazayım.’ ”

Ömrünü sormuştuk Durbaş’a; “kendi izdüşümünü” anlattı. 
“Refik Durbaş da belki bu yüzden / çocuk gibi çocuk olan kendisinin / izini sürmekte çocukluğuyla... / Gerisi sorulmaya...” idi; sorulmadı.


Duygu Özsüphandağ Yayman, İzmir Life dergisi, Nisan 2006

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!

Handan Gök ç ek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol a ç tığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor. Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla ç iziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “ Ah Mana Mu ” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir par ç ayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gök ç ek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll