Çok şanslıyız ki Ayşe Kilimci gibi bir modern zaman Homeros’umuz var. Yoksa doğanın tılsımı otlar edebiyata, bu kadar zengin bir dil ve bilgiyle nasıl yansırdı! Kilimci’nin “Ot Var, Çiçek Var Sevdalığa Çare Var” kitabı, onlarca yıl öncenin eski İzmir mahallelerinde gezen otçu kadınların söyleyişiyle sesleniyor bize.
O
bir hikâye büyücüsü, çağdaş zaman Homeros’u... Kalemine doladığı hiçbir imge,
onun sayfalar dolusu su gibi akıp giden, destanlara, şiirlere taş çıkartan
anlatım yeteneğinden kurtulamaz. Üstelik de coşkun, çağıl çağıl fışkıran bir
verimkârlıkla, yaşamı çoğaltan bir hikâyeci o. Ayşe Kilimci, sayısını
kendisinin de bilmediği hikâyelerinde anlattıkça biz yaşamın dolambaçlı
yollarında, girintilerinde, çıkıntılarında geziniyor, yeni yollar öğreniyoruz.
Ayşe
Kilimci şimdi de doğanın tılsımlı gücünü fısıldıyor bize. Dağda, kırda,
bayırda, tarlada, bahçede fışkıran envai çeşit otun anasını, atasını, sofralarımızda
aldığı yeri ve şekli, şifasını anlatıyor. Kilimci’nin Oğlak
Yayınları’ndan çıkan kitabı “Ot Var, Çiçek Var, Sevdalığa Çare Var”,
örneğine Türk edebiyatında rastlanmamış bir ot ansiklopedisi niteliğinde. Ama
öyle alışılagelmiş akademik bir anlatımı yok; aksine son derece içten,
konuşkan, mahallemizde komşu teyzelerle söyleşir gibi, yani Kilimci’nin
lezzetine doyum olmayan dili var. Yazarın, İzmir’in Eşrefpaşa’sında,
İkiçeşmelik’inde çocukluğundan bu yana izini sürdüğü bir birikimin ürünü bu
kitap.
“Meğer
Mutfak Bir Masalmış” ve “Fettan Vişne, Günahkâr Elma”nın ardından gastronomi
alanındaki üçüncü kitabıyla Kilimci, hikâyeciliğini mutfak kültürüne şu
sözleriyle bağlıyor: “Yemek yapmak, hikâye söylemeye benziyor. Hüner, acemi
kalmakta.” Bu âlemde öğrenmenin sonu yok. Zaten Kilimci’nin iddiası da
mütevazılığından geliyor: “Bin bir gündüz masalı, ot dedikleri; her güne yeni
tılsım, yeni hikâye…”
- Gastronomi alanındaki üçüncü kitabınız, " Ot Var, Çiçek Var, Sevdalığa Çare Var". Bu kitabı hazırlama fikri nasıl oluştu?
Okura
ulaşan üçüncü kitap, geriden iki ciltlik Evliya Çelebi sofraları geliyor,
Gezenti Mutfaklar, bir de pek hınzır bir yemek hikâyeleri kitabı... Bunlar
yayına hazırlanmakta olanlar, yazmakta olduklarımı hiç sorma.
Bu
kitabı aslında 500 sayfalık bir yeme - içme kültürü hikâyeleri kitabından
çıkardık. Çünkü otlar zaten sayfaların arasından bağırıp çağırıyordu, “Bizi
çıkar!” diye. Bu konuda yayıncım, sevgili Senay Haznedaroğlu'nun akıldaneliği
çok önemli, onun açtığı yoldan gittim, pek de iyi oldu. Hem onun hem
editörümüzün emeği çok.
- Kitapta bir ömür boyu biriktirdikleriniz var
kuşkusuz ama bu hale gelmesi, ne kadarlık bir çalışmanın ürünü?
Epey
zamanın... Bu kitaplar biteli birkaç yıl oluyor ama yayınevim benden daha
özenli, kılı kırk yarıyorlar, iyi mayalandı, iyi ellerde kotarıldı. Kalbimde
ışığın ilk çakmasını soruyorsan, o İzmir ve onu izleyen şehirlerim Ankara,
Tarsus, İstanbul ve Ayvalık'ın sofraları ve kadınlarından... Uzun tanıklığım, tatmaklığım,
eteği belime sokup ocak başına geçtiğimin eh bunca mutfak muhabbetinin sonu
birçok kitap, bir hayli kilo...
Köşe başlarında karşımıza çıkıyorlar
-
Çocukluğunuzdan gelen kokular, sesler, lezzetler ile başlıyor kitap. Hatta adını
bile buna borçlu... O, sokaklarda gezen otçu kadınları birer masal kahramanı
gibi anlatmışsınız. O kadınlar kimlerdi, sonra bu gelenek nasıl, neden
kayboldu?
Benim İzmir'imin ve çocukluk masalımın
kahramanları zaten onlar, esaslı kahramanlar. Öyle derin çizilmiş ve capcanlı
boyanmışlar ki, kendilerini öyle sahici var etmişler ki istesen de silinmiyor. İnan,
ellerini başları üstüne koyup su içişleri, sırtlarından inip topuklarından
çıkan terleri, kınalı parmak uçları ve hafiften ot kokan kekre emek kokuları
bile burnumda, kalbimde. El tartısı ustalar, gönül ustası, hak geçirmez, kötü
konuşmaz, girdiği avlulardan söz, sır taşımaz. Güğümleri at üstünde gezen
sütçülerimiz nereye gittiyse, onlar da oraya gitti. Kimi yerlerde var ama mahalle
arası fetihçiliğine çıkmayıp pazar yeriyle, ana cadde köşe başları ile
yetiniyorlar. İzmir Karşıyaka Alaybeyi'ndeler, Ayvalık merkezde, İstanbul’un
Feriköy, Dolapdere başta olmak üzere, kimi esaslı köşeciklerinde. Geçende
Pangaltı'da gördüm, motoruna süt güğümünü yüklemiş, heybesinde de çiriş
demetleri, bir hısım görmüş gibi mutlu oldum. Ama elbet eskiden sinemamızın
esas oğlan ve kızlarıyken şimdi film arasına parça olarak, nadiren
katılıyorlar. Neden? Hayat böyle buyuruyor, ondan... Ama gene de hak teslimi
yapacağımıza inanıyorum; sütçüleri mumla arar olduk, otçuları da buyur
edeceğiz, ömrümüz sofrasına. Biz buyur edeceğiz de onlar lütfedip gelecek mi,
bilmem?
- Mutfağında otlarla hemhal olmak, Ege kadınlarının yaşamına nasıl yansıyor sizce? "Eli yeşil olmak" diyorsunuz. Bu nitelik, nasıl farklı kılıyor insanı?
Bu, bir kere farklılık, farkındalık demek. Ne
mutlu, eli yeşil olana! Onların diktiği tutar, yuduğu giyilir, pişirdiği yenir.
Sofralara da gönüllere de muhabbet katarlar. Otlarla hemhal olmak, eline
ayağına tez olmak demek, aynı zamanda. Kolay iş değildir; toplaması, hele
yıkaması, usulünce pişirmesi, etsiz ama etten datlı aş etmesi... Yalnız şunu
ayıralım; kimileri -ki sayıları pek az, nadir dense yeri- emeği anlatılmaz bir
eda, kıvam ve tatta yapıyor. Ben onca özenime karşın onlardan değilim, çünkü
istemekle olunmuyor. Benim ömrümde ikidir, üçtür bunlar, beşi geçmez. Hepinizin
hayatında vardır, ya yel gibi gelip sel gibi gitmişlerdir, ya sizin anlayacak
bilinçte olmadığınız zamanda onurlandırmışlardır sofranızı, ya anlamazlar
ülkesine gelmiş, fark olunmamışlardır. Bizim bir ebe Emine'miz vardı,
kiracımızdı, Tarsus'ta. Çok söz etmeden, afralanıp tafralanmadan, nerdeyse hiç
et kullanmadan (esasen alamadan) öyle yemekler yapardı ki tek çeşit olurdu,
konu komşu çocuklar bile kapısına kuyruk olurdu. Biz etli pişirirdik, öyle
datlı olmazdı. Sonra Ayvalık'ta tanıdığım Güler hatun, ne anlı şanlı kadındı,
keyveniydi esasında; mahallelerin yemekçisi, düğün evinin vazgeçilmezi. Mutlak
ana atadan el alan ve bu hüneri mutlak kızlarına yahut isteyene, anlayana
aktaran kadınlar bunlar, paylaşımcı. “İyi izlediysen, yaparsın, neden
yapamayasın?” der, ama becereceğinden kuşkusu varsa, değil tencereye el atman,
mutfak sınırından adım attırmazlar. Yalapşap iş tutmaz, tutturmazlar. Usulünden
gram şaşmaz, malzeme esirgemezler. Temizlik ilk koşuldur, besmele gibi, “Allah
utandırmasın” gibi, “Ferah sofralarınız olsun” demek gibi. Ne güzel dilektir o!
Yemek
yapmak, hikâye söylemeye benziyor
-
İzmirlisiniz, Ayvalık'ta yaşıyorsunuz. Yaşamınızın bir kısmını Mersin'de, bir
kısmını İstanbul’da geçirdiniz. Otların insanlardaki, mutfaklardaki, kültürdeki
yansımalarını nasıl bu kadar zengin bir şekilde biriktirdiniz?
İzmir,
Ankara, İstanbul, Tarsus (‘dan çık yola, vur kendini Adana, Antakya'ya, o hattın
tümü) insan buralarda daş olsa gene öğrenir. Canı çeker, daşın bile. Oranın
kadınları gölgeli, göreseli kadınlar. “Meğer Mutfak Bir Masalmış” kitabının
ithafına buyur ettiğim gibi: “Tuttuğunu un, daşı yemek eden, acıyı bal eyleyen
esaslı kadınlar...”
Antakyalı
Tomris teyzemin ora kekiğini -tazeyken- yaptığı “kirpik kimin doğranmış”, nar
ekşili, nar daneli, kıyılmış teze soğanlı (!), üstüne esirgenmemiş zeytinyağlı
salatasını sözle anlatmak bile müşkül. Değil ki, onun elinin tadında
yapabilmek... Mişon Hatçe teyzenin tenceresinin tadı, değme şefin elinde yemin
olsun ki, yoktur!
Nasıl
biriktirdim? Gözleyerek, farkında olmadan yahut olarak bilince almak, not
etmekten öte -çünkü böyle olmaz- kalbine katıp yapıp bozup, yılmayıp tekrar
deneyerek, akıl danışarak, her zaman çırak hizasında durarak... Yemek yapmak,
hikâye söylemeye benziyor; ne kadar acemi kalır, çalım etmezseniz, tencere tava
da size boyun eğer o zaman. Hüner, acemi kalmakta sanırım. Bir de sormaktan
usanmamakta. Seyretmekte. Kaydetmekte. Farklı ortamlarda insanlarla katışmakta.
Kapı ipi çekmekte, söyleneni dinlemekte, sofralara sokulmakta, “Elinize sağlık”
demekte. Çuvallamayı göze alabilmekte…
Elbet
feneri tuttuğunuz köşenin ilminde, asıl onda... Çukurova bir derya, biz o
deryada zerreyiz. Mutfağı Allah’ına kadar olan diyarda, ne yapsak bir eksik, ne
bilsek beş eksik...
-
Kitap, hikayeli bir ot ansiklopedisi niteliğinde. Anadolu'da dağda, bayırda,
tarlada, bahçede yetişen otlar, çiçekler için "Yok, yok" diyebilir
miyiz?
Hiç olur mu! Diyemeyiz. Ben kitap bittikten
sonra da çalışırım. Her kitabım için böyledir, neler neler bulunuyor,
ulaşılmadık olana ulaşıyorsunuz, bir bildiğinizin bir marifetini daha
öğreniyorsunuz... Misal, çiğ bamyanın mide ülserine iyi geldiğini yeni
öğrendim. Nar kabuğunun içindeki acı kısmın, patates suyunun iyi geldiğini
duymuşluğum vardı ama bir kilodan az olmamak kaydıyla, çiğ bamyanın bir
oturuşta yendiğinde mide yarasını geçirdiğini -üstelik yabancı bilim
araştırmalarınca kanıtlanarak- öğrendiğim daha dün bir, bugün iki. Toprak
verdikçe veriyor, öğrenmenin sonu yok... Bin bir gündüz masalı, ot dedikleri;
her güne yeni tılsım, yeni hikâye. Kara toprak, yüzümüzü ağ ediyor.
Hâlâ
kanaatle geçerim
-
Kitaptaki otların bir kısmına dair denenmiş, görülmüş tarifler, bilgiler var.
Bir kısmında da kaynakça bilgisi kullanmışsınız.. Yani bir nevi sözlü tarih
içeriyor. Bu konuda nasıl bir çalışma yaptınız?
Öyle olmasına gayret ettik. Ustalardan el
aldık, bunu da belirttik, emek hırsızlığı etmemeye çalıştık, kaynakça sunduk,
adlarını gürle güvenle andık ki çoğu, dostumuzdu zaten. Çok kitap devirdik
elbet; hem bu konuda yazılmış hem edebi kitaplar, oralarda sandığınızdan çok
bilgi vardır. Çok sofraya buyur ettirdik kendimizi, pazar yerlerine emek
ettik... Kitap baskıdayken bizim Ayvalık Küçükköy'ün Boşnak kadınları beni
sözlü sınava çekti, tarlada son bir ot seferine çıktık, elimizde kör bıçakla...
Tarlalara yeşilin yürüdüğü sıraydı, iki ay öncesi. Süren otlarda, bu anlattığım
arapsaçı ile bakla, birer tırtıl vardı, biri turuncu, ikincisinin tırtılı mavi.
Nasıl canlı turuncu ve mavi, görseydin… Gözleri kapkara, topluiğne ucu kadar...
Öyle durdular, ölü numarası yapıyorlar, donup kaldılar, şirinliklerine
bayıldım. Her otun bir tırtılı vardır, dediler, kelebek olur, âlemlerin
dengesidir, kâinatın işi işte... Çek bu sözü çekebildiğin yere, süner gider... Yani
hem mektebine gittik- mahalle arasında yani- hem yazılı hem sözlü sınav. Hâlâ kanaatle
geçerim, o da belki... Büyük iş küçük olmaz, o yüzden...
Toprak
bağrına basmayı bilir
-
Şu "sevdalığa çare" önermesi için zihnimde beliren bir yansıma var,
bilmem doğru mu? Aşk, kara sevda, sevdalık, adı her ne ise; bu çarenin sırrı,
toprakla ve bitkiyle uğraşmanın insanın ruhunu sağaltması mı? Siz nasıl
açıklarsınız?
Ooo,
o fasıl farklı... En edalı, şıngırdaklı kısım burası... “İlk kim akıl edip de
sorarsa, ona diycem” dediydim; her zamanki gibi sen fark ettin.
İlkin elbet düşündüğün gibi; ruhunu, kalbini, aklını havalandır, duvarlar insanı çürütür, doğaya karış, iyi gelir. Aşk da bir marazi haldir çünkü, mecburi bir haldir, hayattan daralmak da öyle... Eskiden İzmir'in hünerli hatunları Kızılçullu'ya koşuya gidermiş. Yürüyüş, at sevgisi, toplu halde gezip eğlenmek, derdini döküp döşemek, çocuklara da hava aldırmak, her şeyi unutmak, bir anlığına da olsa, temiz hava, hafif gıda, egzersiz, merak, coşku, en bedava iyilik halleri değil mi bunlar? Onlar de ki 10 kere koşuya gitti, ben 100 kere anlattım. Elin toprağa değince, elektriğini de aktarırsın. Toprak bağrına basmayı bilir; üstündeyken de altındayken de... Kim bilir, belki bitkiler, çiçekler ve toprak fısıldamaktadır bize. Ölümün çaresini bile fısıldayan o otlar değil miydi? Lokman Hekim'in defterinde yazıyormuş zaten. Rivayet ederler ki Çukurova'da, ölümün çaresi yabani sarımsak çiçeğiymiş. Cebrail aleyhisselam kanadıyla dokunmuş deftere, Baç köprüsü üstünde, sayfalar suya düşmüş, melek de dönmüş avutmuş bizi, “Zaten yabani sarımsağın çiçeği olmaz” demiş, yani ölüm mukadder. Ama elinin yeşile, toprağa düşmesi, paylaşmak, sırrını bölüşmek ne güzel işte, sevdalığın da bir başınalığın da umarı değil mi bunlar? Tahtakuşlar köyünde Hıdrellezde insanlar şıkır şıkır yerel giysilerine bürünüp mezarlığa gidiyor, ölmüşlerinin mezarı dibinde sofralar açıyor, kahveler pişirip sunuyor, mezarın üstüne çiçekler döküyor, saçlarına çiçek takınıyor. Görsen, bayram yeri gibi donanıyor mezarlık. Hayatla ölüm iç içe, çareyle çaresizlik de öyle, aşkla ayrılık da... Bunu bilcen, kabullencen, uğunmayıp, uğraşçen... İnsana tasa insan, dermanı gene insan, öyle değil mi?
İlkin elbet düşündüğün gibi; ruhunu, kalbini, aklını havalandır, duvarlar insanı çürütür, doğaya karış, iyi gelir. Aşk da bir marazi haldir çünkü, mecburi bir haldir, hayattan daralmak da öyle... Eskiden İzmir'in hünerli hatunları Kızılçullu'ya koşuya gidermiş. Yürüyüş, at sevgisi, toplu halde gezip eğlenmek, derdini döküp döşemek, çocuklara da hava aldırmak, her şeyi unutmak, bir anlığına da olsa, temiz hava, hafif gıda, egzersiz, merak, coşku, en bedava iyilik halleri değil mi bunlar? Onlar de ki 10 kere koşuya gitti, ben 100 kere anlattım. Elin toprağa değince, elektriğini de aktarırsın. Toprak bağrına basmayı bilir; üstündeyken de altındayken de... Kim bilir, belki bitkiler, çiçekler ve toprak fısıldamaktadır bize. Ölümün çaresini bile fısıldayan o otlar değil miydi? Lokman Hekim'in defterinde yazıyormuş zaten. Rivayet ederler ki Çukurova'da, ölümün çaresi yabani sarımsak çiçeğiymiş. Cebrail aleyhisselam kanadıyla dokunmuş deftere, Baç köprüsü üstünde, sayfalar suya düşmüş, melek de dönmüş avutmuş bizi, “Zaten yabani sarımsağın çiçeği olmaz” demiş, yani ölüm mukadder. Ama elinin yeşile, toprağa düşmesi, paylaşmak, sırrını bölüşmek ne güzel işte, sevdalığın da bir başınalığın da umarı değil mi bunlar? Tahtakuşlar köyünde Hıdrellezde insanlar şıkır şıkır yerel giysilerine bürünüp mezarlığa gidiyor, ölmüşlerinin mezarı dibinde sofralar açıyor, kahveler pişirip sunuyor, mezarın üstüne çiçekler döküyor, saçlarına çiçek takınıyor. Görsen, bayram yeri gibi donanıyor mezarlık. Hayatla ölüm iç içe, çareyle çaresizlik de öyle, aşkla ayrılık da... Bunu bilcen, kabullencen, uğunmayıp, uğraşçen... İnsana tasa insan, dermanı gene insan, öyle değil mi?
İzmir'de
çiğdem çekirdeği eskiden “Kara sevda ilacı bu!” diye bağırarak satarlardı. Bana
sorcek olursen, ne deycen sene biliyon mu? Sevdalığın çaresi vardır, olma mı?
Çok demeycen, çok yemeycen, demeycen, vermeycen, adamın iki tabağının birini
kırcen... Bu kadarcık...
Belki hikâye yazmak da yemeği ateşe koymaktır
- Mutfak kültürü, hikâyelerinizde de var. Özellikle araştırma yapmaya,
kitaplar hazırlamaya nasıl, ne zaman yöneldiniz?
Hem
bende var bu hem başka yazarlarda. Gönül tadıyla ağız tadı aynı yerden mi
besleniyor, nedir? Belki hikâye yazmak da bir yemeği ateşe koymaktır,
ateşlerde yanmaktır. Belki ondandır, iyi hikâye yazdığım zaman, yalnız o zaman
karnımın hiç yemek yemesem de tıka basa doyması...
Ne zengin bir sofra kültürümüz olduğunun
bilincine varışım, Güney’e inince oldu. Öğrenciyken Kıbrıs, daha sonra Tarsus,
Antakya, Adana, Mersin'de... Oralar nice kültürün hemhal olduğu yerler,
uygarlıklar beşiği ve doğaldır ki farklı mutfaklar hazinesi... El almış, el
vermiş, her milletin mutfak tadını ötekine geçirmişler. Dil tadları da sinmiş
birbirine, mutfak ilmi de…
Eh,
buna aklınızın fikrinizin yemekte içmekte olduğunu da eklerseniz... Daha,
çocukken, bizim Eşrefpaşa ve İkiçeşmelik’teki mahallelerimizde her kültürden,
her milletten komşumuz vardı. Onların avlularına, sofralarına her, oturduğumda,
farkı fark ederdim. Annem çalışırdı, hemşireydi, biz kardeşimle yalnızdık, bize
küçükken bakan teyzeler de her biri bir kültürdendi. Yalnız kaldığımız zaman
da, kardeşimle mutfağın altını üstüne getirirdik. Annemiz kızmazdı, bu da
önemli. Ananemle şıngır mıngır komşuları, Gül Sokak’taki, onların farklı
mutfakları, aklıma derin yazılmış olmalı ki günü gelende, sayfalara
kendiliğinden geldi hazretler.
Son söz niyetine:
Bir şeylerin kıymetini, bitmeden bilin
Kardeş
sofralarınız, muhabbetiniz, Anadolu denen o ulu şölen sofranız hayatlarınızdan
eksik olmasın. “Sac tava gelir, hamur biter, insan tava gelir, ömür biter”
deseler de, siz bir şeylerin kıymetini bitmeden bilin... Karnı aç olan
doyarmış, gönlü aç olan doymazmış. Rabbim kimseciklere gönül açlığı
nasibetmesin. Fuzuli iş dense de, insan aldatmaca sayılsa da aşktan yana betiniz
bereketiniz eksilmesin. Malum; aşk pamuk şekere benzer, pembe bir bulut
yersiniz, ağzınızda tadı, yüzünüzde rengi, elinizde sopası kalır. Olsun,
ağzınız, gönlünüz tatlanıyor ya, ona bakın siz... Hazır Hıdrellez denen mübarek
günün arifesindeyiz. Yanıp tütmenin adı, çocukluğumuzun soyadı Hıdrellez. Atlayın
ateşten, dökünün çiçek sularını, yiyin yeşili, çıkın kırlara, dileğinizi gül
dalına asın, ertesi gün sulara bırakın... Sofranız insanla tatlansın. Ey okur! Azınız
çok, bereketiniz bol, gamınız hiç, kışlarınız bahar olsun. Aşk ile...
Çok keyifli...
YanıtlaSilAdın gibi duygusal...
Çok teşekkür ederim. Kitap daha keyifli, tavsiye ederim... ;)
Sil