Ana içeriğe atla

Ah Mana Mu* dünyayı savaşlar şekillendiriyor, hâlâ!


Handan Gökçek’in ailesinin hikâyesinden yola çıkarak yazdığı mübadele romanı “Ah Mana Mu”, yine bir savaşın ortasında, onun yol açtığı kitlesel göç yaşanırken üçüncü baskısını yaptı. Ah Mana Mu'da mübadilleri, Elenika’da linç edilen Rum azınlıkları odağına alan, öykülerinde şiddete ve ayrımcılığa karşı sesini yükselten yazar, "Benim derdim, ötekilerle. Belki de büyüklerimin yaşadığı travma, genlerime işledi" diyor.




Dünyaya şeklini yine savaşlar veriyor; coğrafi ve beşeri sınırlar yine savaşlarla çiziliyordu. Anadolu ve Yunanistan’da vakitlerden, mübadele vaktiydi. Yatağı değiştirilen nehirler gibiydi hayatlar. O ailelerden birinin hikâyesi, üç kuşak sonra, “Ah Mana Mu” (Ah, anneciğim!) diye seslendi bize. Hayatından bir parçayı Yanya’dan Mersin Limanı'na gelirken mübadele yollarında bırakan Rena ile Sakuş’un acısını, İzmirli torunları Handan Gökçek yazdı. Roman, 2010 yılından bu yana kendi yolunda usul usul yürüdü. İlköğretim sekizinci sınıf vatandaşlık dersi kitabına girdi. Bilkent Üniversitesi’nin “okunası 102 roman” listesinde yer aldı. St. Joseph Koleji ve İzmir’deki 15 okuldan toplam 500 öğrenci, 200 öğretmenin yaptığı çalışmayla yılın romanı seçildi. Yunanistan’daki mübadil torunlarına bile ulaştı. Ve “Ah Mana Mu”nun üçüncü baskısı, ilk yayınlanışından altı yıl sonra Yakın Kitabevi yayınlarınca yapıldı. Dünyaya şeklini yine savaşlar verirken; Suriyeliler göç dramını yaşarken...

 Sakuş’un kardeşi Ahmet’in, 1940’larda Yanya’daki 
arkadaşına yazdığı mektup, kapak fotoğrafı oldu. 

Göçlerin, devlet eliyle ya da savaşlar sonucu hep yaşanan acılı dönemler olduğunu hatırlatan Gökçek, "Günümüzdeki gibi" diyor: "Yine birçok coğrafyada yaşanan kıyımlar sonucu terk ediliyor topraklar. İnsanlar köklerinden sökülüyor. Suriyeli mültecilerin yaşadıkları ya da Yezidilerin uğradığı katliamlar... Dilini bile bilmediğiniz bir ülkede kendi dilinizle dilenmeye çalışıyorsunuz… Empati kurmayı denersek mutlaka bir şeyler hissederiz. Bizim hissettiğimizin çok daha fazlasını hisseden insanlarla aynı dünyada olup onlara dokunamamak çok acı…" diyor.
Gökçek'in de elinden, bu acıları kaleme almak geliyor işte. "Ah Mana Mu"da mübadiller oluyor bu; "Elenika"da Rum azınlıklar... Ama illaki ötekiler... Belki de genlerinden ötürü: "Her ne kadar üçüncü kuşak mübadil de olsam, büyüklerimizin yaşadığı o travma belki de genlerimizle daha kuşaklar boyu aktarılacak. Son zamanlarda okuduğum birkaç makale, korku duygusunun da diğer nesillere geçtiği üzerineydi. Yazdıklarımda sık sık göç ve ötekileştirdiğimiz insanların dramlarını anlatma sebebim bu olabilir mi, diye soruyorum kendime…"

Öykü yazacaktı, roman oldu

Handan Gökçek, ailesinin mübadele hikâyesini dinleyerek büyümüş, dinlediklerini 12 öykülük bir kitaba dönüştürmek istemişti. Romanın altından kalkamayacağını düşünüyordu. Lakin “Olmadı. Uzadıkça uzadı, öyküler birbirine bağlandı. Romana başladım." Dinçer Sezgin, Enver Ercan ve Hidayet Karakuş’tan yazma tekniği konusunda destek aldı. Rolla Maydan John Berger’e, Walter Benjamin’e dek edebiyat kuramları okudu ve “Ah Mana Mu“yu yazmaya başladı. Ancak diyaloglar konusunda kendini zayıf hissediyordu. İstanbul'da Osman Sınav’ın senaryo ekibine girdi. Bu, karakterlerini doğru konuşturmasına yaradı. Gökçek, beş yıllık çalışmanın sonunda, romanın gördüğü ilgiye şaşırmıştı: "Ah Mana Mu, büyükannemin hikâyesi. Çok dramatikti. Üç isimle, üç ayrı kadını yaşamış. Rena iken Rum kültürü, Fuş iken Arnavut kültürü, Havva olduğunda Türk kültürüne uyum sağlamak zorunda kalan bir kadın. Çok ilgimi çekiyordu, romana dönüştü. Hiç beklemediğim bir ilgiyle karşılandı."

"Benim derdim, ötekilerle"

Ahmet'in mektubuna 
Yanya'dan gelen yanıt, 
Türkçe olarak arka kapakta…
2000'lerin başında öykülerini "Sır Dökümü” ve “Düş Hırsızı” kitaplarında toplayan Gökçek, türler çindeki öykücüyü ortaya çıkardı: "Şiir hep vardı hayatımda ama yazar olma hayalim yoktu. Piyano sanatçısı Burçin Büke arkadaşımdır. Bir şiirimi besteledi; 'Sonbahar Akşamı', Burcu Güneş’in ilk albümünde yer aldı. Sonra Şebnem Özsaran’ın seslendirdiği 'Yaramaz Sevgili', Kuşadası Altın Güvercin Şarkı Yarışması'nda söz dalında üçüncü oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Müfit Bayraşa, 'Sen edebiyat yapıyorsun, şarkı sözü yazmıyorsun' dedi. O dönemde konservatuvara sık sık gidiyorum, nota eğitimi alıyorum, edebiyat fakültesinde derslere giriyorum... 1994-95'lerde Konak Belediyesi’nde Hidayet Karakuş’un yazarlık atölyesine başladım. Orada Dinçer Sezgin ile ve öyküyle tanıştım. Yazdıklarımın daha çok öyküye yakın olduğunu fark ettim ve çalışmaya başladım."
arasında gezinen bir yazar. Yolun başında elinden tutan şiir onu 1990'larda müzikle buluşturdu, ardından da i
Dinçer Sezgin'in katı tedrisatı ile Hidayet Karakuş'un olumlu yaklaşımı arasında kalemini olgunlaştıran Gökçek'in öykülerinin çok katmanlı bir yapısı var. Derdi ise, hayatımızın tam orta yerinde olup da görülmek istenmeyenler... Çocuk gelinler, ensest, eşcinseller, fahişeler: "Yazarken bir meseleden yola çıkarız. Ya bir derdimiz vardır ya da söylemişizdir; anlaşılmamışızdır. Zaman geçtikçe anlaşılamamak yoğunlaşıyor. Ayrıştırma, ötekileştirme net ortaya çıkıyor. Benim meselelerim hep bunlar oldu. Şehrin ve karakterin arka sokakları hep bir yerlerde kesiştiler. O noktalardan da ötekiler, ötelenmişler, anlaşılamayanlar çıktı. Derdim hep, bakış açısını genişletmek... Yoldan geçen bir hayat kadınına bir ev kadını gibi bakabilmek... Diğerini ötekileştirdiğimizde kendi yaşam alanımızı da daraltıyoruz. İki transseksüeli bir kafeteryada otururken görüyoruz; sırf oradalar diye gitmiyoruz. Az önce otobüste koltuktan bir hayat kadını kalkmıştır, onun teninin sıcaklığı üzerine oturursun. Bir dükkânda bluz denedin; senden önce bir lezbiyen giymiştir. Sürekli birbirimize dokunarak yaşıyoruz ama onları reddediyoruz."
Tuncer Cücenoğlu'nun önerisiyle oyuna dönüştürdüğü ve Tolga Yeter’in sahnelediği "Bebek-ler", tam da bu karakterlerin bileşkesi... Fahişe, lezbiyen ve devrimci üç kadın karakterle, erkeğin şiddetini yansıtıyor.

Erkek karaktere galebe çalan Elenika

İkinci romanı “Elenika”nın aynı adlı başkahramanı da bir “öteki kadın.” Hem de “Film Bitti” öyküsünün yan karakteri iken Gökçek’e roman yazdıran bir kadın: “İlk defa erkek karakter üzerinden bir öykü yazmıştım. Kadın karakteri sürekli baskıladım, belki de o nedenle taştı. Eski bir kantocuydu. Bir iki paragraf anlatmıştım. Ama kafamda konuşmaya devam etti. Bazen bir iki cümle gelir aklına ama üzerinde çalıştığın şeye oturmaz. Bu tip cümleleri hep Elenika üzerinden not ettiğimi fark ettim. Araştırdığımda kantonun son döneminde alaturka müziğe geçildiğini, İstanbul'da bir iki gazinoda az sayıda kantocu kaldığını gördüm. Tam da o dönemde 6 - 7 Eylül Olayları yaşanıyor. Hemen arkasından da kadının kendini toplumda kanıtladığı dönem geliyor. Biraz da bu toplumsal akış çekti beni, romanı yazmaya. Uzun bir okuma sürecine girdim. Ah Mana Mu'yu yazmadan önce 1915 - 25 arası Yunanistan’ın Yanya kentinin ekonomik, siyasi, mimari yapısı, giyim kuşamı, günlük yaşamını araştırmıştım. Elenika için 1950'lerde İstanbul'un günlük yaşamı, siyasi yapısı, 6 - 7 Eylül Olaylarının perde arkası üzerine yoğun bir okuma sürecine girdim. Bilgi, kurguyu besliyor. Bilgiye hâkimseniz, dili oturttuysanız ve kurguyu biliyorsanız iyi şeyler yakalama imkânı bulursunuz."
"Taşa Fısıldayan Öyküler" ve "Hani Her Şey Bir Oyundu" adlı, savaş karşıtı iki ortak kitapta yer alan Gökçek, sanatçının kitlelere seslenme imkânını, toplum için kullanması gerektiği görüşünde. "Bir yerde eziyet varsa karşısındayım; başka bir şey gözetmeksizin. Sanatçı, sesini duyuramayanların çığlığını biraz daha yükseltecektir. Bütün işi gücü bu olsun demiyorum çünkü sanat bireysel bir iştir aynı zamanda ama böyle bir sorumluluk da taşısın. Unutturmamak için anlatmalı" diyor. Gökçek'in halen çalıştığı “Ve Yokmuş” romanının başkahramanı ise sosyal fobisi olan bir erkek… “Erkek kahramanla empati kurabilmek biraz daha fazla zorluyor. Öyle bakmaya çalışıyorum” diyor.

"Sesini kestiğim sözcükler..."

Gökçek, yazının disiplin ve sistem gerektirdiğini, pek çok sanattan beslendiğini vurguluyor. Sadece ilham bekleyerek olmuyor yani: “Hayır, asla! İlham dediğimiz şey çalışmakla geliyor. Belli başlı yazarları yalayıp yutmak; sanattan, bilimden, haberlerden beslenmek gerekiyor. O zaman rahatlıkla empati kuruyorsun. Yetenek varsa kalanı tekniktir ve teknik öğrenilebilir bir şeydir."
Nasıl ki öykü, yazarın noktayı koyduğu yerde başlarsa Gökçek de dilde cümle kurmayarak anlatma çabasında olduğunu söylüyor. "Sesini kestiğim sözcüklerle anlatma peşindeyim. Temiz, anlaşılır, düzgün bir Türkçe; alt metinde de sorgulayan, düşündüren, soru soran ve cevapları okura bırakan bir dil yakalamaya çalışıyorum" diyor.
Biyografik romanı “Piri Reis” ile gençlere; “Gökyüzü Perileri ve Yeryüzü Çocukları” ve “Minik Yağmur Damlasının Maceraları” ile çocuklara hitap eden Gökçek, "dönem yazarı, toplumcu yazar" gibi kalıplara konmak istemiyor: “Türler arasındaki keskinlik de kalktı zaten. Öykü, romana yaklaştı. Romanın içine öykü, deneme, tiyatro, mektup girdi... Böyle bir dönemde beş sene sonra ne yazarım, ben bile bilmiyorum” diyor.




"Yazı atölyeleri, el feneri tutuyor"

Sayısı arttıkça eleştiri dozu da artan yazarlık atölyelerinin İzmir'deki en etkin hocalarından Handan Gökçek, neden atölye yaptığını şöyle açıklıyor: "Yaratmak öğrenilebilir bir şey değil. Yaratı varsa üzerine birçok şeyi koyarak yazmak öğretilebilir ama yaratı değil... Evet, Nazım Hikmet bir atölyeye gitmedi ama eskinin edebiyat atölyesi, kahvelerdi. Dünyada da Türkiye'de de edebiyatçıların bir araya geldiği mekânlar vardı. Edebiyat meraklıları da onları can kulağıyla dinlerdi. Günümüzde bir yazara ulaşmak o kadar zor ki... İmzasına da gitseniz arkanızda yüz kişi bekliyor. Bir gülümseyiş fırsatı yakalar mısınız bilemeden fotoğraf makinesinin flaşı gibi görünüp kayboluyor yazar. Atölyeler yazarla okuru bir araya topluyor. Konuk yazarlar geliyor. Kitaplarını okuyup soru soruyorsunuz. Bunu bir fırsat olarak görüyorum. Herkes birbirinden besleniyor. Birçok yazarın deneyimini okumak, nasıl yazdığını, hangi kanallardan beslendiğini öğrenmek benim için de çok yararlı oldu. El feneri görevi görüyorsunuz. Yaratıyı öğretmek değil bu. Yazma yetisi varsa kalanı tekniktir. Teknik kısımda yol haritası koyuyorsunuz, yazmak isteyenlerin önüne."

*Ah Mana Mu: Rumcada “Ah, anneciğim!” 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türkiye sinemasının gönül yarası: Erkan Yücel

“Türk sineması onun kıymetini bilmedi.”  Sinema eleştirmenleri bu konuda içleri yana yana hemfikir. Türkiye sinemasında uluslararası bir festivalden ödül alan ilk oyuncu Erkan Yücel, hayatını adil ve eşitlikçi bir dünya için devrimci tiyatroya adamıştı. Ölümünün üzerinden çeyrek asır geçse de o, “Şimdi geçti buradan”. Erkan Yücel, deyince ilkin ne geliyor aklınıza? İyi bir tiyatro ve sinema izleyicisiyseniz bir yerlerden zihninize çarpmış olmalı bu isim. “Hakk â ri’de Bir Mevsim”den, “Bereketli Topraklar Üzerinde’den”, “Yorgun Savaşçı”dan, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan (AST) ya da tiyatroyu Anadolu yollarına çıkaran bir derviş misali Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan... Kazandığı ödüllerden ya da filmleri yasaklanmış, kendisi çok kez tutuklanmış olduğundan mı duydunuz onun adını? Belki de doğaçlama ustası bir mizahçı namını biliyorsunuz. Hani o mizah kaseti furyası başlamadan çok önce bir dost meclisinde kaydedilen, meddahlık yaptığı kaset döne dolaşa sizin elinize de

Bir gazetecilik ve siyaset okulu: Demokrat İzmir Gazetesi

Yola Demokrat Parti ile çıktı ama kısa zamanda gazete, “Demokrat”lığa sadık kalarak yolunu ayırdı. DP’nin en sıkı muhalifi, ülke çapında ses getiren haberlerin sahibi gazete, yetiştirdiği gazetecilerin ruhunda yaşıyor.  13 Şubat 1953 tarihli sayı İkisinin de adı “Demokrat” idi. Biri gazete, diğeri parti idi. 1946’da çok partili sistemin ilk seçimi, Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin (DP) de ilk seçimiydi. Ardından Adnan Düvenci’nin Demokrat İzmir Gazetesi, DP’nin yayın organı gibi kuruldu. Denirdi ki, “İki Adnanlar Ege’de DP’yi var etti”. Ancak gazeteyle partinin yolları 1950’lerin başında ayrıldı. Demokrat İzmir, solda muhalif bir gazeteye dönüştü, DP ile ters düştü, haberleri ülke çapında ses getirdi. En çok Attilâ İlhan’ın çıkardığı gazete olarak bilindi, gazeteciler için bir okul oldu.  Beş gazeteci, tanık oldukları dönemler üzerinden, Türk basın tarihinin mihenk taşı Demokrat İzmir’in hikâyesini ve aslında “demokrasi” kavramının siyasi tarihimizde geçtiği yoll