Yılda bilmem kaç bin kitabın basıldığı, medyadan reklamla
karışık yazar haberlerinin fışkırdığı kültür endüstrisi dünyasında iyi okur
olma gayretinde misiniz? İyi yazar ve iyi kitabın peşinde misiniz? Borges gibi
okuduklarınızla gurur duymak mı istiyorsunuz? Benim gibi yapın; yazar ve şair
Onur Caymaz'ın, eşi benzeri olmayan Yaratıcı Okurluk Atölyesi’ne katılın.
İnsanlığın henüz resimlerle
yazıştığı dönemlerden bugüne uzun bir yolculuğa çıkaracak sizi. Kadim dillerin
gölgesinde, her harf için bir kitap düşecek payınıza. Manayı ve hakikati
sorgulayacak, yaklaşık 250 kitaplık bir listeyle ayrılacaksınız ama atölyenin
etkisi bir ömür sürecek.
"Bazıları, yazdıklarıyla övünebilir, bense okuduklarımla gurur duyuyorum."
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges gibi okuduklarımla gurur
duymak istiyorum. İyi kitapları seçme konusunda fena olmasam da bazen zamanın
ruhuna aldandığım oluyor. O zaman kendimi hemen klasiklerin güvenli kollarına
atıyorum. Tarih sınavından geçmiş kitaplar iyidir, bunu biliyorum. Ama daha
fazlasını da istiyorum. İşte tam böyle bir dönemde İzmir'e geldi Onur Caymaz;
geçen ilkbaharda. Kentteki ilk Yaratıcı Okurluk Atölyesi'ne katıldım. Evet,
bunu size yazmakta biraz geciktim ama yeni kültür sanat sezonunu bekledim;
programına İzmir'i bir kez daha alması için bir davet olsun bu yazı...
Caymaz, yaratıcı yazarlık atölyelerini sorgulayarak "İyi
okur kötü yazardan iyidir" diyerek geliştirdiği ve ilkini 2014'te Gümüşlük
Akademisi’nin İstanbul Arnavutköy’deki merkezinde yaptığı atölyeyi, Ankara,
Antalya ve İzmir’e de taşıdı. Toplam 12 saatte içinden edebiyat, tarih, din, müzik ve sinema geçen atölyeyi Caymaz ile konuştuk.
- Yaratıcı Okurluk Atölyesi, örneği olmayan bir çalışma. Nasıl gelişti bu fikir?
Bir gün hikâyeci ustamız Firuzan ile konuşurken, “Herkes
yaratıcı yazarlık kurslarına gidiyor, ben de gitsem mi, ne dersin?” dedi. Bütün macera öyle başladı.
Bugün bazı yazarlara "yaratıcı yazar", bazılarına "yazar"
deniyor. Ben de bunun tuhaf bir şey olduğunu düşünüp geçmişini araştırdım. Yaratıcı yazarlık diye bir şey yok; yaratıcı
yazım var, bu da reklamcılıktan doğma bir şey. Bu konuda Türkiye’de ilk
dersleri verenler, reklamcılar. İlerleyen yıllarda da okullarda ders olarak
okutulmaya başlandı. Yaratıcı yazarlık kurslarından yazar kazandık mı,
derseniz; birkaç kişi dışında bir verim yakalamak mümkün değil.
Ben de, “İyi okur, kötü yazardan daha iyidir” diyerek yazarlığın
değil, okurluğun önemli olduğunu anlatmaya çalışarak böyle bir işe giriştim. Artık kavramsal bir şey haline
dönüşmeye başladı.
Atölyelerin birinde bir katılımcı, “Hepsini not alamadım,
yararlandığınız bir kitap var mı?”
demişti. Dedim ki, “50’ye yakın kitap var, hangisini önersem ki?” Üstüne üstlük yazılmış bunca yazı,
okunmuş başka şeyler, başka birikimler var. Zaten atölye kendini değiştiriyor,
gündeme göre değişen şeyler de girebiliyor içine. Sekiz aylık bir çalışma
dönemi var, bu müfredatın
oluşması için. Bu süreç, en çok beni değiştirdi. Tahmin ediyorum ki bu
etki dolayısıyla başkalarına da ufuk
açmak adına faydalı
oldu. Bildiğim birçok insan
-200’ü geçti, zaman zaman
haberleşiyoruz- okuma alışkanlıklarının değiştiğini görebiliyorum. Kendi
gündemlerini yarattılar. Günün modasına
aldırmadan önemli kitapları okuyorlar. Doğru kitaplar var. İki çeşit kitap var,; iyi yazılmışlar ve kötü
yazılmışlar. Biz, kötü yazılmışlardan nasıl sıyrılabiliriz diye baktığımız için işe yaradı. Hem benim adıma hem
başkaları adına. Bire bir kaynak yok. 39 yaşındayım; onca yıl okunmuş kitap, yazılmış yazı ve özel olarak
sekiz ay çalışılmış bir süreç
var arkasında.
- Okura da zaman kazandırıyor bu atölyeler değil mi? Ayıklama
ve seçme kapısı
açıyor.
Yüzde yüz zaman kazandırıyor. Çünkü gönderdiğim metinler ve son derste verdiğim 101 kitaplık listeyle birlikte 200 - 250 kitap
adı zikretmiş oluyoruz atölyede. Kişinin günde 50 sayfa kitap okuyan biri
olduğunu düşünsek altı - yedi yıllık kitap malzemesi çıkıyor. İnsanlar burada
andığım kitapların bir kısmını da duymamış oluyor.
- Yazının başlangıcından alıp kitaba gelen bir yöntem
izliyorsunuz ve bu anlatımı, kitaplar ve yazarlar ile örerek ilerliyorsunuz.
Her harfi, kelimeyi bir kitapla örtüştürüyorsunuz. Bu yöntemi siz mi
geliştirdiniz?
Tamamen bana özgü bir şey. Bu içerik de bana özgü.
Hem okuru sıkmamak hem de ana malzememizin kitap olduğunu hatırlatmak için. Kitaptan kopmadan çizgiyi devam ettirmek, iyi
kitapların adını anmak… Ne kadar çok
iyi kitap adı anabilirsek bu kötü kitaplar piyasasında o kadar yer açmış olacağız. Bilgi zaten, örgü
gibi bir şeydir. Bir kavramı sadece vermek yetmez. Onu hayatla ya da başka
şeylerle ilişkilendirmek lazım. "Kültür, geriye kalandır" der, Umberto Eco. Geriye kalan şeyi sağlayabilmemiz için bilgiyi örneklerle akıtmalıyız ki
insanların aklında kalabilsin. Yoksa, A harfi şudur dediğimizde bir şey ifade
etmeyecektir.
- Atölyenin de bir mimarisi var. Çeşitli kapıları, pencereleri,
kapıları, yolları var. Yukarı çıkarıyorsunuz, aşağı indiriyorsunuz...
Çünkü insanlara yazının, iyi yazılmış metinlerin mimari mesele
olduğunu anlatan bir atölye sunuyorsak, onun da mimari yapısı olmak durumunda.
Bir mimarisi, kurgusu, matematiği yoksa; açılmış parantezleriniz, düşeceğiniz
notlarınız yoksa aslında çok
da bir anlam ifade etmiyor. Yoksa Google’dan
herkes bulabilir, bu bilgileri. Önemli olan bir bütün içinde toplayabilmekti, ben de onu yaptım.
- Türkiye’de okur yetiştirmek gibi bir gereklilik olduğunu
düşünüyorsunuz herhalde.
Yüzde yüz... Okur yetiştikçe yazarını yetiştirir. İyi yazarlar kendilerini yetiştirirken
okurlarını da yetiştirirler. Murathan Mungan, Sunay Akın, Necati Tosuner, Ferit Edgü böyledir.
Onları herkes okumaz, bilmez ama okurları onlarla birlikte büyüyüp gelişirler.
Tamamen öyle. "Ben birinin kitabını okudum" demek
yetmiyor. O kişiyi anlamak istiyorsanız bütün kitaplarını okumanız gerekiyor. Bir de favori
kitaplarınız dışında favori yazarlarınız olmak durumunda. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sıyla
yetinemezsiniz.
- Sizin favori yazarlarınız kimler, favori kiktaplarınız
neler?
Çok var, hangisini saysak ötekine ayıp olacak… Şairlerden
Neruda, Ritsos, Nazım Hikmet,
Attila İlhan, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya. Az bilinenlerden Ergin
Günçe’yi söyleyebiliriz.
Ahmet Telli, Ahmet Erhan, Metin Altıok, Behçet Aysan. Yazarlara gelince Romain Gary, Homeros, Kundera, Sevgi
Soysal, Sevim Burak, Tomris Uyar, Leyla Erbil var...
- Birden fazla dilde kelimelerin kökenleri, gittiği yerler,
dünyadaki dolaşımını takip ediyorsunuz.
Tabii. Çünkü kelimeyle derdi olmayan birinin yazarlık yapması
bana tuhaf geliyor. 300 kelimeyle yazı yazmak başka 1500 kelimeyle yazmak başka
şeylerdir. 1500 kelimeye hallendiğiniz zaman ister istemez başka dilleri de az çok öğreniyorsunuz. Birbirine
benzeyen dünya görüşlerini kavrayabilmek için kelimeye takıntılı olmak şart. Çünkü kelime, yazı yazarken ana
malzemeniz.
“Türkiye kocaman bir ortaokul!”
- Atölyede de sosyal medyada da çok sağlam bir eleştirel duruşunuz var.
Kitap bir meta aynı zamanda ve siz bir edebiyatçısınız. Kapitalizm olgusu
karşısında bu sizi ne kadar etkiliyor?
Etkiliyor tabii. Zaten böyle olacağını biliyordum. Birilerini
eleştirdiğiniz zaman, "Senden intikam almayı bilirim" duygusu
oluşuyor. Oysa eleştiriyi, ondan intikam almak için yapmıyorsun. Çocuk kalmış bir toplumda yaşıyoruz ne yazık ki,
Türkiye kocaman bir ortaokul! Ölüsüne ağlamaktan tutun da dirisine sevinmeyi, çocuğunu sevmeyi bilemeyen
insanların ülkesindeyiz. Bu açıdan edebiyat da hastalıklı bir yapıya sahip
maalesef. Birine kötü dediğiniz zaman, daha önce iyi demiş olduğunuz unutulur.
Kaldı ki insanlar, kimin alkışını beklediğini bilmelidir. Bana da kötü denince
kızıyorum, doğru. Ama haklı mı haksız mı, diye bakıyorum. Bir de söyleyen kim,
neler yapmış, diye bakıyorum. Bir de cüret var. Cüret de cahillikten geliyor.
"Godard da kimmiş!" diyor adam...
- Buna imkân tanıyan da bir toplumsal yapı var...
"Ben Recep İvedik’i seyrettim, daha çok izlendi" diyor. Doğru,
daha çok izlendi ama üç ay
sonra kimse hatırlamayacak. Godard’ı 50 yıldır hatırlıyoruz. Bu çocuksuluk,
zaten öyle bir şeydir. Çocuksu yetişkinler, geniş zamanı göremezler. Üç aydır,
onların sınırları. Hafızaları da 25 gündür. Türkiye’de bu kadar çok gündem değişmesinin nedeni budur. Çocuklar başka, onlar hiçbir şeyi unutmazlar, çocuklar mükemmeldir. Satış kaygım
olmadığı için fazla
etkilenmiyorum. Geçimimi
bundan sağlasaydım ortada duran biri gibi görünmek zorunda kalabilirdim.
Edebiyat benim özgürlük alanım, bu alanı da istediğim gibi kullanıyorum.
- Yaşadığımız siyasal iklimin, okumayan toplumla ilişkisi
üzerine ne diyeceksiniz?
Tamamen bununla ilgili. Okumak bir hafıza meselesi. Son
paragrafa geldiğinizde ilk paragrafı hatırlıyor olmanız lazım. Bu kadar unutkan bir toplum, hafızasız
toplum anlamına geliyor. Okumak bizi kurtarır mı? Hayır, kurtarmaz. Eğitim
seviyenin yükselmesi ancak seni kurtarır. O da kurtarmaz aslında pek; seni
sorunlu ve zorlu bir insan haline getirir. Çünkü aptallar her zaman mutludur.
Ama en azından daha tepkisel, daha hafızalı, daha akıllı bir toplum olabilmenin
bir yolu tabii ki okumak. Türkiye’de böyle bir şey olmadığı için ortaokulluluk durumu var. Tahsilden söz
etmiyorum, kitap okumaktan bahsediyorum. Yoksa insan ilkokul mezunu olabilir,
bunda bir beis yok yani.
- Yazar Onur Caymaz’ın meselesi nedir?
Benim derdim, önce kendimle. Hiçbir yazar, "Şunu düzelteceğim" diye yola çıkmaz. Önce kendisiyle derdi olduğu için yazı yazar. Bu dert tabii dünyaya da ilişkin... Angelopoulos, bir yazısında, "Kadehimi, düzeltemediğimiz dünyanın şerefine kaldırıyorum" der. Kendi derdimi yazıyorum öncelikle. Birebir şudur demem mümkün değil. Hiçbir şey iyi değil ki... Vicdani bir mesele... Duyarlılık durumu... Yazar, arızası olan biridir. Onu satın alamazsın. O arızayı bulduğunda yazar olabilirsin, futbolcu olabilirsin… Futbolcu gol attığında çözdüğünü sanabilir; arkeolog, dağın başında bir şey bulduğunda. Bir tanıdığım esnaf vardı, rüyasında bile bir şey satardı. Yani yazarlık çok özel bir şey değil. Kendini kurtarmaya çalışıyor herkes. Kimi yazarak, kimi çok para kazanarak, kimi yüzerek, kimi gezerek... Kimisi hiçbir şey yapmayıp dünyadan koparak... Manav portakal satar, yazar yazı yazar. Çok abartmamak lazım. Altı bin yıldır yazı yazıyor insanlar. Dört bin sene önce söylenmiş şeyi bugün hâlâ okuyoruz. Yazmamış da adam; söylemiş (Homeros). O yüzden çok mühim bir şey yapmıyoruz.
O etkiyi önce sizin duymanız lazım. Siz duymuyorsanız yazsan ne olur yazmasan ne olur. Bir deneme kitabı gönderdim yayınevine; dört beş yıldır yazdıklarım, bu atölyede anlattıklarım da var içinde. Yayınevi "Hayır" derse de "Nasıl hayır derler!" demeyeceğim. Zaten en fazla üç baskı yapacak, üç bin kişi demek. Elden ele gezse altı bin kişi... 70 milyonluk bir ülkede altı bin satıp sevinmek bana trajik geliyor. Aklımdan bırakmak bile geçiyor, zaman zaman. Kafama göre okuyayım, diyorum. Ama yazı, kolay kolay bırakılmıyor. Bu işi benden daha iyi becerenler var...
- İzmir’deki, ilk atölyeydi. Nasıl buldunuz şehri?
Yorumlar
Yorum Gönder